ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

17 Şubat 2016 Çarşamba

çiçek açtıran



ÇİÇEK AÇTIRAN

Yalçın Küçük’e



yolladığımız armağan vardı mı özlerinize

düş sellerimizdir

esansı sevgiden kaynağı göz pınarlarımızdan

kabara kabara dalga dalga Yalçınlarla kavuşan



canımızdan akıttığımız direnç suyuyla

düş ile sevda ile dayanırız Yalçınlarca

dayanamayız esirliğin onurlardaki kirine

yıkarız biz yıkarız, bilim ile sanat ile yıkarız

duvarlara çiçek açtıran güçle

sonsuzca yaşatırız onur anıtlarımızı



Evin Okçuoğlu

(Berfin Bahar dergisinde yayınlandı sayı 175- Eylül 2012)

11 Şubat 2016 Perşembe

İFTARLIK GAZOZ*



İFTARLIK GAZOZ* 
Türkiyem cennetim şarkısı ile “Türk övün çalış güven” yazısının temsil ettiği saf, bir hapishane içinden /yönetiminden yansıtılırken diğer iki saftan biri camiden, imamdan diğeri de devrimci sosyalist halk evinden yansımakta… Bir de yöre halkı var. Tütün ekimiyle uğraşan ege kasabasında yaşıyorlar. Filmin sonunda devrimci ölmekte, Türkiyem cennetimciler ve yöre halkı buna üzülmekte ama Mevlana bize “son” yazısı öncesi bir cümle ile almamız gereken dersi dayatmakta… “Açlığa sabır, Allah’ın has kullarına bir lütuftur”.
Filmde oruç ile ölüm orucu arasındaki mistik bir bağ kurulmuş… “Orucunu bozarsan 61 gün oruç tutman gerekir” diyen hoca efendinin sözleri ile şu işe bakın ki! on yıl sonra açlık grevinin 61. gününde ölen genç arasında mantıksal nedensel olmayan mistik bir bağ kurma çabası ise harika bir sinematografik işleyiş ile veriliyor. Hapishane ya da hastane koridorundaki sedyeden tavana bakınca görülen floresan ışıkların akışından okul koridoru tavanındaki ışıklara doğru bir geçiş ile kahramanın çocukluğuna gidiyoruz. Aynı şekilde aradan geçen on yıllık bir kopukluktan sonra birden bire kahramanın öldüğü sahneye geçiliyor. Sinema bölümü öğrencileri için, filmlerde geçmişe dönüşlerin (flashback) nasıl yapılabileceği ile ilgili tekniklere iyi bir örnek olabilir. Çekimler güzel olabilir. Naif öğelerle süslü mizah bizi güldürebilir. Çocukluğundan bir kesite tanık olduğumuz genci ölüm orucunda yitirmek bizi ağlatabilir. Çocuk psikolojisi ile çocukluk sevdalısı olduğu kız oruç tutuyor diye tekne orucu değil, tam oruç tutmaya çabalayan birisinin, kızdan aşağı kalmama hayalleri, kızın sadece ramazanın başında sonunda bir de kadir gecesinde oruç tuttuğunu öğrenmesi ile sarsılır. Çalıştığı gazoz atölyesi sahibinin seyyar arabasında gazoz satarken özenle sayıp yüz gazoz kapağını kıza bir torba içinde hediye eder. Naif göze girme çabaları bize sevimli görünür. Gazozları şişeleyip satan usta bu küçük çırağı (Cem Yılmaz) bir patron değil, kendisine emanet edilmiş bir evlat gibi görmektedir. Çırağın başına bir şey gelse, kötü yola düşse “bana demezler mi sen nasıl bir ustasın diye,” düşüncesindedir. Ama yine de en yokuş yerde seyyar gazoz arabasında çırağı bir başına kan ter içinde bırakıp yoldan geçen arabaya atlayıp kasabaya gider.
Bu ayrıntılarla kendimizi feodal kırsal kasabanın Ege’ye özgü bir dinselliğin yobazlaşmayan ortamında buluruz. Gece tütün kırma sahnesindeki fenerlerle ışıldayan kırsal ve eşlik eden müzik zihinde iz bırakıcıdır.
“Odtu’ye gidip başımıza solcu olmuş” bir ağa oğlundan edindiği kitaplarla başlayan serüven nasıl gelişti bilemiyoruz. Birden bu güne (80lere) geliyor ve açlık grevinin tesadüf bu ya 61. gününde tam da oruçlara son verip anlaşmaya varıldığı gün, genci yitiriyoruz.
Sonuç olarak bu gerici bir filmdir ama dinsel öğeler bulunduğu için değil, ya da oruç, imam, teravi gibi konulara yer verdiği için değil… Yerli gazozu savunan ama halkın modaya uyup cola markalarına yönelişi ile yani tekelci sermaye sisteminin gelişi ile işleri bozulan küçük üreticiyi savunmak, milli sermaye diye bir şeyin kalmadığı bir dünyada milli sermayecilikten ötesini dillendirmemek, üstelik bunu “dondurmam gaymak”ta da yaparak kendini tekrar etmek… gericilikte ısrardır. Tarihi ileri doğru yaşamak istemeyen, tekelci dünya sömürüsüne karşı bir aşama geri gidip milli sermaye dönemlerine özlem duyan ama emperyalizmin bir sıçrama ile varması kaçınılmaz olan sosyalizme yönelenleri de açlık grevi vesilesiyle öldürüp üzerine ağıtlar yakmak ilerici bir film etmez.
Postmodernizm işte böyle bir şeydir. Gerçeklikten yola çıkar, gerçekle nedensel diyalektik bağları kurmada terslikler yaparak yani çarpıtarak vardırmak istediği yere gelir. O yer ayağı yere basmayan süreçteki işleyişin varmayacağı bir yerdir. Ama süreç doğal olarak işlenmiş, yer yer insanca öğelerle süslenmiştir. Biz bu sürecin etkisine kapılırız. Varılan yere nasıl geldiğimizi düşünmeden eseri beğeniriz. Tıpkı son on dakikasında, üstelik bir Cem Yılmaz oyunculuğuna rağmen, ağlamaktan bir hal olduktan sonra üstelik hapishane müdürünün dahi açlık grevindeki gencin ölmesi haberini verip, başını eğerek üzüldüğünü de gördükten sonra, bütün sebepler sonuçlar çorba haldedir. Tam bir sınıf kardeşliği içinde, en duygulu anlardayız… Anne ağlar, usta ağlar, seyirci ağlar…  Taa ki son sahnede ekrana düşen bir Mevlana sözüne kadar: “Açlığa sabır, Allah’ın has kullarına bir lütuftur”. Demek sabredemeyip ölen “kul” has değil…
Son sahnelerde bir şok ile Mevlana devreye giriyor… ilerici devrimci ilkeler uğruna bir kavgada ölene değil, sabreden bir has kulun uğradığı lütufla yitişine ağlıyorsunuz.
Postmodernizm işte böyle ince ince işler, bir yere kadar her şey doğru dürüst giderken birden bire büyü bozulur. Gerçekten uyandıran bir büyüdür bu… Bütün ince ince işlemelerle aklımıza kazınanlarla farkında olmadan bambaşka bir kıyıya sürüklenmiş buluruz kendimizi…
*Gösterim: 29 Ocak 2016/ Yapım: Yüksel Aksu

Evin Okçuoğlu

3 Şubat 2016 Çarşamba

ÇIKIŞ 2 YALÇIN KÜÇÜK



ÇIKIŞ 2
YALÇIN KÜÇÜK
“DELİ ÇOCUK” “BU KİTAPTA HEYECAN VAR” DİYOR
Bu kitapta heyecan var. Önsöz intikam diye başlayıp ışıklarımızı yakıyorum diye bitiyor. Bu kitabın yazarı kendisine “deli çocuk” denmesine sevinçle yaklaşan Yalçın hocamızdır. İntikamında Osmanlıcılara Ottomanız, Atamanız diyor ve yazmasını Kuzguncuk semtinin Kudüscük (Little Jerusalem) olduğu girişi ile müthiş bir heyecanla sürdürüyor.
Kitapta dokuz sure (kısım) var. Bunlardan üçüncüsü Deniz Hakan tarafından yazılmış. “Ahlak Teorisine Dönüş” “Artık Demokrat ve Ahlaksız Adamlarız” başlığını taşıyor. Okan İrtem’in kaleme aldığı beşinci surenin başlığı ise “Bir Pagan Kuruluş” “Çok Dinli Doğum: Osmanlı”.
Yıllarca bir aydın kişinin umut olacak söylevini duymak istemi ile toplantılara katılmışımdır. Beni tatmin edecek bir söylem ile sağlam bir duruş ve saptama ile karşılaşmadığım için hayal kırıklığına uğrayarak döndüğüm toplantıları anımsıyorum. Yurda dönen Server Tanilli hocamız bile yeterli heyecanı yaratamamıştı. Bence kitleleri sürükleyici olan hitabetten çok düşüncelerin gerçekliğin ürünü olarak doğru yönü işaret etmesidir.
Heyecan duyuşunu hiç yitirmeden direngenliğini sürdüren Yalçın hocamız her kitabında savaşıyor. Savaşımız, (savaş değil de savaşımız diye vurguluyorum) “Ortaçağ misali zaman sadece an’lıktır. Tarihi olmayan ve zamanı akmayan bir millete dönüyoruz.”(s: 41) saptamasından yola çıkarsak, durdurulmak istenen akış ileri doğru sürsün diyedir. Bu savaşım bizim içindir. Bizim ileri doğru sıçramamıza engel olanlara karşı yapılan bir savaştır. Gericilik ve ilericilik eksenindeki bir sınıf savaşıdır. Onu okuyarak anlayarak ve anlatarak bu savaşın birer neferi olmak boynumuzun borcu olmalı diye düşünmekteyim. O nedenle bu kitabı tanıtmalı, okunmasını sağlamalıyız. Gerçekliğe dayanan çok titiz akademik çalışma, çok dilden kaynak araştırma sonucu sentezlenmiş saptamalar içeren ÇIKIŞ 2’den bazı kısımlara alıntı olarak yer vermek istiyorum.
“Böylesine topyekun destekli bir iktidar ile tarihimizde ilk kez karşılaşıyoruz ve benzeri hiç yoktur.” “Tarihimiz, en büyük ihanetle karşı karşıyadır ve tam bir kuşatma mevcuttur.” (s: 43)
“Çökmelerine rağmen hâlâ düşmedilerse üçü bir yerde olmalarındandır. Akepe ve cehepe ve mehepe üçü birdir. Üçü tek partidirler.” (s: 46)
Ben buna blok diyorum. Bir blok olarak meclisi kaplayanların cumhuriyete saldırısı, cumhuriyeti eski rejim haline düşürerek her yerde “yeni”yi palazlandırma çabaları sürerken korku da egemendir. Egemenlerin korkusunu ortadan kaldıracak şeyi Spinoza’dan aktarıyor hocamız. “Spinoza, daha 1690 yılında formülü vermiş durumdadır. Yeni iktidar, ’sabık kralın dostlarını, yakınlarını ve dost olduklarından şüphe ettiklerini öldürerek’ korkudan kurtulmayı ve kendini güven altına almayı sağlayabilmektedir.” Böylece Ergenekon tutuklamaları ile “dalga dalga” yapılan 1793 Fransasındaki tutuklamalara anlam verilmiş oluyor.
Tarih derslerinde olaylar savaşlar kahramanlar veya diğer ünlü kişiler kendi dönemleri içinde bize hep doğrusal olarak ve parçalı öğretilmişti. Aynı dönemde Avrupa’daki olaylar oluyorken Asya’da neler olmaktaydı gibi bağları kurmadan, eş zamanlı bir dünya bakışı vermeden geçer giderdi tarih dersleri. Bunu hatırlamama neden olan alıntı şöyle: “Spinoza ve Sabetay Sevi aynı çağın insanlarıdırlar. Sevi’nin çıkışı 1666 ve Spinoza 1670 olmakla, her ikisi de konverso’durlar. Spinoza, İzmir ile bağlantılı idi ve ben, yıllar önce, Amsterdam ile- Spinoza Amsterdam’a yerleşmişti ve Sevi ise İzmirli olup, İzmir arasında hem güçlü bir işbirliği ve hem de rekabet olduğunu yazmıştım.”
Çıkış 2’yi okurken okura bir önerim var. Yanınızdan kâğıdı kalemi eksik etmeyin. Tarihin içinde siyaset ve filozofların arasında 17. 18. Yüzyılda gezinirken okuma listenize ekleyecek yeni başlıklarla karşılaşıyorsunuz… Montesquieu’nun İran Mektupları, Kanunların Esası, Diderot’un Körler Üzerine Mektup, Rahibe, Ramaeu’nun Yeğeni,  Buffon’un Doğa Tarihi, …
Devrimler her zaman incelemeye değer dönemlerdir. Geçmişte yayınlanmış olan devrimler ve karşı devrimler ansiklopedisi ciltlerimiz vardı. Yalçın hocamız devrimlerle ilgili incelemesinden çıkarımlarını paylaşmış: “ Açabiliriz, bir Fransa ki, muhalif olma ile dinsizlik moda idi ve büyük modadır; ama çok küçük bir azınlık modayı izlemektedir. Bu durum bize, Büyük Fransız ve Büyük Ekim Devrimleri’nin halini ve dayanağının çapını anlatmaktadır. Buradan, asillerin kırıldığı ve feodalitenin dezaktivize olduğu sonuçlarını çıkarabiliyoruz. İhtilal’e kadar bir politik boşluk var. Demek ki, büyük devrimler çok büyük ancak sessiz bir desteğe dayanan küçük azınlıkların işidir. Asıl güç çok yoğun ideolojidedir; bu o kadar öyle ki, Tocquville, Ancien Régime’i yıkan Fransız Devrimini dinsel saymaktadır. Din ile ilgileri yok ama hedeflerine dinsel bir bağlılık gösteriyorlar.”
İşte bu günü anlamakta bize ipuçlarını birer şifre misali veren hocamız, vargılarına ulaştıran birçok kaynağı taramaktan bizi kurtarıyor. Gustave Lanson, belki de 12 Eylülün bitmeden sürmesini ve akepenin yolunu açmasını 1912 yılında yayınlanan Fransız Tarihi ve Edebiyatı çalışmasında anlatıyor. Hocamızın alıntısı içinde Lanson’un sözleri tırnak içidir: “…’zaten önceden yarı yarıya yapılmıştı’, demektedir. Ancien Régime kendisini yıkan ve temizleyen İhtilal’in işlerini yarı yarıya tamamlamıştı, bunu anlıyoruz.”
Bu anladığımızın hayata geçişi sırasındaki hukuk çiğnemeler için yapılacak açıklamanın hukuk tarihinde “düşman ceza hukuku” diye adlandırıldığını okuyoruz. Ayrıntısını Yalçın hocamızın kutucuk tekniği ile kaleme aldığı bölümde okuyabilirsiniz. (s: 73)
Deniz Hakan’ın müthiş çalışması üçüncü sureye geçmeden son bir alıntı günümüze ışık yakıyor: “Ve 1967 ve 1973 tarihlerinde Sovyetler, Mısır’ı ve Nasır’ı yalnız bıraktılar. Şimdi Putin, Esad’ı yalnız bırakmamaktadır. Ne demek, Ruslar, yobazizim ile savaşmak için sıcak sulara indiler.”
Deniz Hakan’ın sayfalarında neredeyse altı çizilmedik yer bırakmamışım. Birkaç alıntı ile bana hak vereceğinizi umuyorum: “Robespierre ve Machiavelli, egemen sınıfları, kamu çıkarı için ve zor yoluyla alaşağı etmeyi savundukları için suçludurlar. İnsan hakları ve demokrasi kavramlarını bir kaide üstüne koyarak kutsallaştıran tekelci dönem, kamu çıkarı tartışmasını gözlerden saklar ve şiddet tartışmasını, ‘ne için’ ve ‘neden’ sorularından kopararak, neredeyse boş bir uzayda, ‘şiddet iyi midir, kötü müdür’ tartışmasına indirger.”
Filozofları gerçekçi ve kamudan yana bakış açısı ile irdelemeye çok gereksinmemiz var. İşte Hobbes için Hannah Arendt ile aynı fikirde olan Denizkızımız şöyle diyor: …Hobbes da, ‘İnsan insanın kurdudur’ derken değişmez bir insan özü tanımlamış oluyordu. Hobbes’un yaptığı bu kez, soyluların hırslarını ve oluşum aşamasındaki kapitalizmin ‘günahlarını’, ‘mutlak rekabet ilkesini’ insan doğasına yüklemekti.” (s: 91)
Aklın dinsel dogmalara inançlara teslim edildiği çağların içinden çıkan bugüne ışık yakan yönü ise kısa ve öz olarak okuyoruz: “Aklın kullanılması önündeki her engel, aynı zamanda özgürlüğün ve ahlakın da önündeki engellerdir.” (s: 96)
Denizkızımızın Yalçın hocanın iyi bir öğrencisi olduğu nereden belli derseniz çok net araştırmacı çok kaynak taramacılığından diyebilirim. Bilgilerin havada köksüz çalı gibi uçuşmamasından da bunu anlıyoruz. Işık yakmak için geçmişin aydınlanmacılarının kapsamlı incelemesini zevkle okuyoruz. Postmodernizmin her şeyi bağlamından soyduğu süreçlere inat geçmişin ışığını bugüne taşıyıp bugünü daha net ışıklandırmak aklın bilimle netleşmesi ne kadar yerinde olmuş. Edebiyata da aynı bakışla bakmamız gerek. İşte kısa bir değinme: “Sosyalist bloğun yıkılmasının ardından tekeller, artık yalnızca sosyalist olana değil, modern olana da fütursuzca saldırmaya cüret edebildiler. ‘Kahraman’ dediğimiz, romanda da olsa artık tekelleri rahatsız etmektedir. İrade, ahlak ve kavga artık aranan özellikler değildir. Yüksek insan out’tur. Martin Eden yerini Dexter’a, Julien Sorel yerini Familiy Guy’a bırakmıştır.” (s: 105)
Üçüncü bölümden, Deniz Hakan’dan son alıntımızla ayrılıyoruz: “Ahlaka dönüş mü, yirminci yüzyılın tutkusunun kölelik olduğunu söyleyen Camus’nün ısrarla yazdığı gibi, artık sadece başkaldırıdadır.” (s: 127) Çalışmasını Yalçın hocasına ve dedesine (Süleyman Üstün) yakışır şekilde yapmış olan Deniz Hakan’a teşekkür ederim.
Tekrar Yalçın hocamız sözü alıyor. Bize iki kişiyi tanıtıyor. Zafer Toprak ve Güngör Uras… Okuma listenize Prof. Zafer Toprak kitaplarını eklemeniz kaçınılmaz oluyor.
Okan İrtem karşılaştırmalı dilbilgisi gibi karşılaştırmalı tarih çalışması yapmış. İki farklı tarihçiden yararlanarak gerçeğe varmayı çalıştığı bölüm gerçekten önemli netlikleri içeriyor. Çıkarımlarından alıntılar: “Böylece ilk İslama geçen Türk devletinde Arap değil, İran etkisini bulmuş oluyoruz.” (s: 236)
“Türkmen boylarının yurt kurdukları topraklar İranlıların nüfuz alanı içerisindeydi. Yerleşik kültürü ile İran ise o yıllarda sanki hiç kurumayan bir resim tablosuydu ve tuvaline girip çıkan Türk boylarını tepeden tırnağa kendi rengine boyuyordu.” (s: 236) Bu kısmı okurken nasıl sevindim anlatamam. Böylesi imgesel anlatımla süslenmiş edebiyata yaklaşan bir ifade ile karşılaşmak çok hoştu. Kutlarım.
Bir örnek daha vereyim de bu güzel imgesel ifade yalnız kalmasın: “İslam Türkler için, sanki içinde eski dinlerini biriktirdikleri bir tür kumbaraydı; herhalde onda tüm eski dinlerini de muhafaza ediyorlardı.” Dinler tarihinde böylesi bir geziye çıkardığı için hocamızın sevgili öğrencilerinden Okan İrtem’e teşekkür ederim. Böylece Osmanlı’nın doğuşundaki etkilere daha net bakmış oluyoruz. Bu arada Mevlanacıların da bu bölümü iyi okumaları gerek… “Bu açıdan Mevleviliği ve Türkmenleri iki ters yönlü akım olarak düşünebiliriz. Biri içerde ve zenginliğin biriktiği şehirlerde kalırken, Türkmenler ve heteredoks dervişler kırlara ve sınır boylarına doğru ilerliyorlardı. Zenginlik vaat etmeyen Osmanlı’nın Mevlevilerin dikkatini çekmemesi bu açıdan doğaldır.” Osmanlı Türk İslam değil Türk Rum senteziydi… İşte Yalçın hocanın dediği intikam budur.
Bir bitişe sahip olmayan sürekliliği olacak olan bir Çıkış’la karşı karşıyayız. Devrimci durumda olduğumuz ve çözümün ise daha laik daha halkçı daha eşit bir cumhuriyet olduğunu saptayan bölümün ardından, dönenlere, başkaldırıya elveda diyenlere elveda diyor hocamız. Yükleri atıyor. Tarihi anıları olarak okuyoruz. Bir tür tarihsel dedikoduyu andıran kısımlar var. “Başkent Hastanesine gitmiştim. Haberal hocam yurt dışındaydı. Fatih Hilmioğlu hocamı gördüm ve son derece sağlıklı ve moralli buldum. Pek sevindim, koğuşta hep soruyordu, ‘bize ne yaparlar’, cevaben bir tarih tutmuştum, bu tarihe kadar en az beş yüz kişilik bir katliam olmazsa, ‘biz çıkarız’ diyordum. Ve süre bitti, ‘çıkarız hocam artık tutamazlar’, bunu hep tekrarlıyordum.” (s: 281)
Sonlara yaklaşırken, Tarihi yer bizim k… mızın konduğu yerdir diyen Aziz Nesin ile kotardığı Aydınlar Bildirisi ve Yaşar Kemal bölümü var. Afşar Timuçin hocamızla yapılan söyleşiye de bir kutu içinde yer verilmiş. Okunması gerekir.
Konu cehepe liderinden açılmışken Hocamız çok yerinde bir çağrışımla Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki epsilon insan tipini vurguluyor. Bu kitabı da listenize ekleyiniz.
Kazanımlarımız ve güzel haberlerimiz bu kitap ile netleşiyor. Nerede görürseniz okumalısınız. Okan ve Deniz’li bir üniversite olmayı heyecanla müjdeliyor hocamız. Artık Yalçınlarımız üniversitedir. Tükenmiyorlar. Çoğalıyoruz.
Evin Okçuoğlu
25 Ocak 2016