ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

26 Nisan 2012 Perşembe

ORTADOĞU BİR MAYISI

ORTADOĞU BİR MAYISI
 
ölüp ölüp dirildiğin Tuzla’da
dalga dalga yükselen tersane işçim
senden kalan ölüm parası- sadaka
seni çuval,
seni denek,
seni kurban görene isyan!

garıyla treni ayırıp birbirinden Haydarpaşa’da
rayları söke söke
kopara kopara ağları demiryolu işçilerimden
diz çöktürene isyan!

işçinin alanlarında
yalan dolanla yol saptıran
yaka paça süklüm püklüm iç düşmana 
bir mayıs güllesi olsun bu son isyan!

dört c’lerin tam takır fabrikalarında
peş keşle saf dışı kalan
grev çadırında yoksul lokmayı bölen
dik başla tüten isyan!

hastaya tuzak hanelerde
nöbette direnen doktorla
hastayı da katıp kervana
reçeteyi ilaç sektörüne zincirleyene isyan!

derene tepene bağrını deşercesine vinçle dalmışa
güzel gelecek ufkunu karartana
umuduna kara gölge dikene isyan!

toplu katliam çadırlarından çıkan öfkeyle
konut konut gökleri delene
iklimleri çökertene isyan!

tarlada destekleme alımsız bırakana
toprağın belası ağaya
aşımızı yaban ele göbekten bağlayana isyan!

kavrulmuş yüzler
binlerce fabrikadan
işsiz bırakılanlar da dahil fabrika kapılarından
çapa tırmık kaldırdıkça
binlerce tarım alanından
toprağından koparılan
evini barkını satan
taşıyor sınırları
mayıslarda
alan taşıyor

komşuda da aynı ezime aynı isyan
Irak
Suriye
İran
sofraların tamtakırlığında
düşman aynı düşman
sınır tanımadan yıkan
şiştikçe çürümüş cep
birikmiş öfkeyle
çalıştıkça her dilden insan
yoksul ve yoksun bırakıldıkça insanlıktan çıkan
yırtıyor şimdi kararmış gökleri emek diliyle
bilinciyle bilene bilene
karanlık düşleri siliyor ufuktan

tan vaktidir güneş için
için güneşi için
için için güneş kıpırtısı
dalga dalga kabaran
dağdan ovadan
sokak sokak şehirlerden şehirlere bulaşan
güneşin doğma saatidir
uğultularla başlayan

Evin Okçuoğlu

25 Nisan 2012 Çarşamba

1

1 by evinokcu
1, a photo by evinokcu on Flickr.

yaşamdan kopmuş bir ağaca bırakılmış bir demet diri çiçek

12 Nisan 2012 Perşembe

BİR TARİH BİN ANI

Kadıköy’de Barikat Önü
İsmet Ercan
15 – 16 Haziran 1970 günlerinin işçi sınıfı tarihinde önemli bir yeri var. Gençliğe ve ileriki kuşaklara o günleri doğru anlatmak gerek. O günleri bir işçi ve Disk üyesi sendikalı olarak yaşadığım için, bir anlamda anılarımdan söz edeceğim. Ama bir yandan da değerlendirmemi ve eleştirilerimi de ekleyeceğim.
Geçmişe dönüp soralım kendimize nedir 15 – 16 Haziran? İş yaşamının, üretici gücün temel yasalarından sayılan Sendikalar Yasası ile Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt yasası dönemin hükümeti tarafından değiştirilmek istenmişti. Bu değişiklik önerileri 13 Haziran 1970’de TBMM’ne sunuldu.
Sendikalar yasasındaki değişiklikler serbestçe örgütlenme ve dilediği sendikayı seçme hakkının ve özgürlüğünün önüne engeller getiriyordu. Üye sayısı çoğunluğuna göre bazı ayrıcalıklar getirerek KİT’lerde çalışanların DİSK bünyesine girmesi engelleniyor; Türk-İş bünyesinde kalması ve toplanması yönünde düzenlemeler içeriyordu.
Öte yandan Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt yasası da değiştirilerek kazanılmış haklar geri alınmak istendi… Daha önce Toplu sözleşmeler “işyeri” esasına göre yapılırken, değişiklik tasarısında “iş kolu” esasına göre yapılması öngörüldü. Bu şu demekti: Toplu iş sözleşmesi yetkisi alabilmek ya da yapabilmek için sözleşme yapılacak iş kolunda en üyeye sahip sendika ve dolayısıyla konfederasyon olmanız önkoşulu getiriliyordu.
DİSK üyesi sendikaların üye sayısı, iş koluna göre değerlendirildiğinde, TÜRK-İŞ üyesi sendikaların üye sayısından az olduğu ve dolayısıyla konfederasyon olarak da üye sayısı bakımından azınlık konfederasyonu durumuna düşeceği için sözleşme yetkisi alma ve sözleşme yapabilirliğini yitirecekti.
Sözleşme yapma yetkisi sendikalar yasasındaki değişiklikle elinden alınacak olan Disk’e bağlı işçi, Türk –İş’in sonuçlandırdığı toplu sözleşmeden yararlanabilmek için fazladan dayanışma aidatı adı verilmiş ikinci bir aidat ödeyecekti.
Bu konum ve görünüş DİSK ve Üye sendikaların işlevsizleştirilerek etkinliğinin yok edilmesi dahası giderek ortadan kaldırılması anlamına geliyordu ki işçi sınıfı buna izin veremezdi.
Ne yazık ki dün yapılmak istenenler bugün fazlası ile başka yasalara, ta Anayasa’ya dek genişletilerek yapılmıştır. Hem de en ağır koşullarda! Dünü bugüne bağlarsak, bugün iş yaşamının tüm temel yasalarında yapılan değişikliklerin iç yüzünü; bir işçi, eski bir sendika yöneticisi olarak sözlü anlatmaya hazırım. Üstüne çıkıp konuşacağım bir tahta sandalye olsun yeterli! Büyük otellerin toplantı salonlarında konuşmaya alışık değilim de!
Sendikal hareketi ve örgütlülüğü tümden ortadan kaldıracak değişiklik tasarılarına karşı direnmek, sesini duyurmak için DİSK 14 Haziran 1970 günü üye sendikaların yöneticileri ile iş yeri baş temsilcilerini Merter’deki DİSK Merkezinde derhal toplantıya çağırdı. İşçi sınıfının sendikal hareketine yönelik bir saldırı anlamını taşıyan olgu her yönüyle masaya yatırılıp irdelendi, çözümlendi karşı karşıya kaldığımız tehlikenin tüm boyutları ortaya konup yapılabilecekler ve yapılması gerekenler düşünüldü, tartışıldı belirlendi…
DİSK tarafında bu süreç işlerken, Türk-İş yöneticilerinden milletvekili olanlar, yasa değişikliği tasarısını hazırlamada görev aldılar.
Disk’in güç ve kararlılığı üye tabanından; disiplin ve yönlendirme ise işyeri baş temsilcilerinden kaynaklıydı. Her gün uygulanacak eylem biçimi, zamanı ve süresi işyeri komitelerince belirlenip uygulanacaktı. İşçi; yasa değişiklikleri, hak kaybına neden olacak düzenlemeler, geri çekilinceye kadar direnecekti. Bu haksız saldırıya bu hukuk tanımazlığa DUR denecekti… Gelişmesi sürecinde giderek bir genel grev boyutuna varabilecek eylemin, işçi sınıfının öncülüğünde, toplumsal muhalefete de el vererek genişlemesi, iktidarın geri adım atmasını sağlayacak, belki de hükümet çekilecek, dahası bir erken seçime gidilmesi halinde sandıkta hesaplaşılacaktı.
Bin Anı’dan Bir Anı
15 Haziran sabahı benim işyerimde işçiler sık sık birbirinin yüzüne bakıp bıyık altından gülerken bir yandan da saate bakıyor… Saat 10.00 da iş bırakıp fabrika dışına çıkacağız. Bizden sonraki işyerlerinin katılımıyla Gebze’de Çınar’a (Şimdiki SSK’nın bulunduğu yer) kadar yürünecek ve Çınar’da baş temsilcimiz bir konuşma yaparak yarın için yapılacakları düşünmemiz istemiyle işyerine döneceğiz. Sonraki eylem biçimleri ortaklaşa günlük olarak saptanıp duyurulacaktı. Uygulama disiplin içinde başladı. Çınara geldiğimizde baş temsilcimizden önce; siyah balıkçı kazaklı, düzgün lacivert pantolonlu bir genç çeşme taşına çıkarak coşkulu bir konuşma yaptı. Sonunda, “Yürüyün Arkadaşlar!” dedi.
Bir an şaşkınlık oldu. Bir başka talimat mı vardı? Bu genç bizim işyerimizden değildi ama hangi işyerindendi acaba! Önce yavaştan bir devinim. Bölücülük olmasın! Ardından, hızlanan bir yürüyüş kolu oluştu. Her fabrika önüne gelişte o kurumun adıyla çalışanları dışarı çağrılıyordu. Katılana katılmayana yeteri kadar bakılmaksızın Arçelik Fabrikasının önüne gelip yolu kesmiş tank timine dayandık…
Yüksek topuk ayakkabı giymiş kadın çalışanlar ayakkabılarını ellerine almış yalınayak yürümüşlerdi. Sıcak asfalttan tabanları su toplamış, acıları yüzlerinden okunuyor ama bir adım geri durmadılar! Arçelik önünde E–5 karayolunu kesen tank birliğinin komutanı bir üsteğmen. Yürüyüş kolunun başındakilerle konuşuyor, tartışıyor. Sık sık “yasa” ve “yasak” sözcükleri savruluyor havaya!
Çalıştığım fabrikadaki tüm çalışanlar eyleme katılmıştı. Bayan arkadaşların önünde İşletmenin Türk Genel Müdürünün sekreteri bayan G. vardı. Genelde kısa etek giyen bir arkadaşımızdı G. hanım. Beklerken zaman zaman erkek arkadaşların tanka tırmanıp geçme girişimleri silahlı askerlerce geri püskürtülüyor başarısızlıkla sonuçlanıyordu…
O an’a adanmış bir tepke (refleks) sanki G.ın davranışı! Birden kısa eteğine karşın tankın üstüne tırmanıp öte yana geçti. Kuş uçurtmayan silahlı askerler “tıp” oyunundaki gibi donakaldılar. G.dan sonrası ise bendini yıkan sele dönüştü…
Yıllar sonra Milliyet Gazetesinde, haftada bir “İş ve İşçi Sayfası” hazırlayan bir yazar; Attila Özsever’in bir 15–16 Haziran tarihli sayıdaki yazısında o güne ait bazı az bilinen olayları anlatıyordu. Okudum yazıyı, sonra düşündüm. Katılımcı olmadan kolay kolay bilinemeyecek ayrıntılar vardı anlatı içinde. Gazeteye telefon edip Özsever’e ulaştım, kendimi tanıttım. Anlattıklarını nereden bildiğini sordum. Özsever; “Arçelik Fabrikası önünde yol kesme ve güvenlik görevi alan o tank birliğinin komutanı üsteğmen bendim” dedi. Konu anlaşılmış benim açımdan soru yanıtlanmıştı. (Birleşik Metal-İş Sendikasının son genel kurulunda Özsever’e başarı ve teşekkür onurluğu veriliş töreninde kendisini kutlarken yüz yüze tanışma fırsatı oldu. Geçmişteki telefon görüşmemizi anımsattım. Söyleşmemizde bilinenleri bir daha doğruladık birbirimize.)
Kadıköy’e gelindiğinde Polis Barikatı karşıladı işçileri. Baş Temsilcimiz N. Y. Kadıköylü. Acıbadem’de oturur. Barikatı aşmak için tırmanınca yeni işe alınan frezeci gençle burun buruna gelmişti. O barikatın öteki yanında elinde silahıyla bir polis. O anda işe giriş belgelerini tamamlama gerekçesi ile 15 Haziran için izin istediğini anımsadı. Çünkü aynı zamanda onun kısım ustabaşısı idi. O günden sonra bir daha görünmeyen sözde frezecinin söylediklerini dinleyince ve o günkü olayların sonucunu düşününce söylenilenlerin ne anlama geldiği insanın kanını donduracak kadar gerçek olduğunun kanıtıdır. Ne demişti N. Y. e: “Ağabey yalvarırım zorlama. Emir aldık her şey için kararlıyız. Vazife işte”… Şimdi “ifa edilen vazife”ye bakalım; “Kadıköy’deki işçi eyleminde, Polisin açtığı ateş sonucu üç işçi yaşamını yitirdi.”… (gazete haberi) Barikatların önünde karşılandı gece. Ama ölümler yaralanmalar topluluğun kolunu kanadını kırmıştı. Bu günün acısı yarının umudu yüreklerde karanlıkla kucaklaşıp dağıldı eylemciler…
İşçinin çağrısına 15 Haziran günü 70 bin işçi, iş bırakıp, eyleme geçerek yanıt verdi. İktidar açısından ise Polis ve Asker müdahalesi başarı hanesine yazılmıştı!
16 Haziran günü katılacakları beklenen işyeri işçileri ve bir gün önceki polis saldırısına tepki de eklenince, toplumsal muhalefetin de desteği geldi. Katılımcı sayısı 150 bine ulaştı. Ama artık hiçbir şey 15 Haziran gününde olduğu gibi değildi… Örgüt disiplini dışında düşünme ve “eylem koymayı” alışkanlık haline getirip başarılarının anahtarı sayan bazı kişiler 15 Haziranda sergiledikleriyle hem resmi, hem sınıf düşmanı kışkırtıcılara öyle bir alan açtılar ki göz gözü görmez – el eli tutmaz bir ortam oluştu… 16 Haziran günü gelişip yayılan ve tam bir kargaşaya dönüşen olaylarda ise iki yurttaş daha yaşamını yitirdi.
.
17 Haziran 1970 de, 16 Haziran gece yarısından geçerli olmak üzere İstanbul ve Kocaeli illerinde Sıkıyönetim ilan edildi. Ülkeyi yönetemez duruma düşen AP iktidarı yönetim erkini askerlere yıkıp kurtulduğunu sandı böylece!
O günleri konuşurken, çalıştığım fabrikada mühendis bir arkadaşım, bir başka anı anlattı. Ve söze; “Sıkıyönetimin yürürlüğe girdiği 17 Haziranın akşamı fabrikada gece vardiyasındaydım” diye başladı.
“Vardiyada geç saat bir askeri araç geldi fabrikaya. Bir yüzbaşı. Koruması ve araç sürücüsü askerle üç kişi… Fabrika bahçesindeki alanda toplanmamız istendi. Toplandık. Yüzbaşı o sırada vardiyada olan kırk elli kişiye, içlerinde ben de olmak üzere, sıkı bir askeri zılgıt çekti. Astı, kesti, doğradı. İşçi topluluğu içinden birkaç arkadaş ağızlarının içinde bazı tepki sözleri mırıldandı. Bunu duyan yüzbaşı daha da kızdı köpürdü. ‘Kim ne söylediyse çıksın şimdi alırım içeri’ diye gürledi. Anlık bir duraklamadan sonra işçilerden biri: ‘Bu söylediklerinizle bizim ne ilgimiz var, biz işimizin başındayız.’ deyiverdi.
— Yüzbaşı: ‘Alın bunu’ diye gürledi!
An geçmedi bir tepke geldi. Biraz şişman hımbıl mı denir, patolojik mi? Öyle bir arkadaş, öne çıkıp: ‘Beni alın, ben sendika temsilcisiyim de’ demez mi? Bizimle beraber yüzbaşı da şaşkın kimi alacağını bilemedi! Saniye bile geçmeden işçinin tamamı ‘Hepimizi alın’ diye top gibi gürleyince, ne yapacağını bilemeyen yüzbaşı şöyle bir bakıp atladığı gibi araca uçtu kit tozuna taş yetişmez! Oysa bugün topluma bir ölü toprağı serpilmiş gibi tepkisiz. Bu ölü toprağını ne zaman, nasıl silkip atacağız! NASIL, NE ZAMAN…
17 Haziran 1970 gününden sonra olayların önü alındı mı? Daha kimler kimler çıktı sahneye! Şimdi bir tarih: İstanbul ve Kocaeli illerinde sıkıyönetim var. İstanbul’da bir olgu gerçekleşiyor sessiz sedasız! Her çeşit yasağın kol gezdiği o sırada İstanbul’da sekiz sendika “MİLLİYETÇİ İŞÇİ SENDİKALARI KONFEDERASYONU” (MİSK) nu kuruyor. Dikkati çekecek bir olgu değil mi?
Tarih deyince anımsadım birden. Türkiye’nin, yabancı bir devlete ayrıcalıklar (imtiyaz) tanıyan ilk ikili anlaşması 1 Nisan 1939’da ABD ile yaptığını ve sonrasını bilmeden bu günü anlamanın, çözmenin mümkün olmadığını bilmemiz gerekir artık! 15 – 16 Haziran 1970’e gelinceye kadar takvim yapraklarındaki tarih yolculuğunun istasyonlarında bir çay içimi mola verilerek bir bakılsın hele. O günlere ve daha sonrasına doğru…
Ne demişti Onursal Genel Başkan Kemal TÜRKLER:
“DİSK’in amacı, işçi sınıfının memleket yönetimine ağırlığını koymasını sağlamak, kula kulluğu sona erdirmek, sosyal adalet içinde yaşamanın ilk koşullarını yerine getirmektir”…
“DİSK’in gücü, DİSK’e bağlı işçilerin bilincidir. DİSK’in kasasına, işçi parası dışında hiçbir şey girmeyecektir.”
15 – 16 Haziran direnişinin nedenlerini anlatmaya çalıştım. Sonuç olarak söylersek 15 – 16 Haziran direnişinin nedeni iş yaşamının iki temel yasasını değiştirerek ilerici/devrimci sendikal hareketin işlevsizleştirilerek ortadan kaldırılması planına karşı çıkmak ve Anayasal hakların korunması değil miydi? Oysa bu günün DİSK’i; nedeni bilinen bilinmeyen ne olursa olsun kendi kendini işlevsiz kılmıyor mu? İnternette dolaşan belge ya da yazılar doğruysa AB fonları, destekleri ile iyice elini kolunu bağlayıp işçi sorunlarından uzaklaşmakta olduğu görünüşü veriyor ve uzaklaşmıştır da… Yakında da Avrupa’dan sendika ve sendika yöneticileri ithal edileceğine göre ve bunda bir sakınca görmeyen DİSK Genel Sekreter yardımcıları da görevde olduğu sürece, DİSK’i taşlayacak kaldırım taşları kendi elleriyle dizilmiyor mu imha ediş kaldırımlarına! Ve bu gün gelinen noktada çalışma yaşamının tüm temel yasaları değişiklik yoluyla ortadan kaldırılmışken, DİSK’in 15 – 16 Haziran’daki etkinlikleri yapmacık kaçmıyor mu? Hangi etkinlik mi diyorsunuz? Biliyorsanız bana da haber verin! Ha; suskunluğuna gelince anlamsız mı, “ikrar” mı, ne demeli?
Bugün, kendisine onursal genel başkan sanı verilen Kemal Türkler’in ve DİSK’in isim babası olan Ereğli Demir Çelik işçisi Kenan Aydeniz’in kemikleri sızlıyordur sonsuzluğa vardıkları yerde!
Yakın tarihten geleceğe sözüm var.
Birinci DİSK kuruluş tüzüğü hazırlama komisyonu başkanı ve sözcüsü idim. Kuruluş genel kurulunda “Onur Kurulu”na seçilmiş bir işçi olarak, şimdi ve daima Sendika üst kuruluşum DİSK’ten onur duyma hakkını kendimde görüyorum ve o onurlu savaşımların DİSK’ini istiyorum. Baştan beri eleştirel bakışım ve görüşüm bu çerçevede alınmalıdır.
Bin anıdan bir anı. Belki birkaç damlacık geçmiş. Deniz ise o günleri yaşayıp katılan ve yaratanlardır… Eksiğim, yanlışım olabilir. Doğru ana gövdedir. 15 – 16 Haziran’da birlikte el ele kol kola yürüdüklerimiz…

O geçmişi anımsayanlar yok mu, var. Onlar bir kavganın içinde şimdi. İşçi sınıfının ve üretim sürecinin dışında olan bu yapıdakilerin kavgası; o tepe noktadaki eylemi sahiplenme kavgasıdır! Bakınca görülür: Bunlar işçi sınıfının bağlaşığı (müttefiki) olduğunu söyleyen ama ne sendikal düşün ve eylemini ne de işçi sınıfının siyasal örgütünü örgütlülüğünü kabul etmeyenler, beğenmeyenlerdir. İşçi sınıfının savaşım tarihinde her nasılsa yalnızca onlar vardır! Başından beri DİSK’i ve bağlı sendikaları dışlayarak, bir kenara iterek eylemi sahiplenme açgözlülüğünü, doymak bilmez bir iştahla orasından burasından çekiştirip “körün fili tanımına” döndürdüler! Bu sözde işçi sınıfı bağlaşıkları ne yazık ki tüm savlarına karşın bir de yıllardır eylemin neresinde olduklarını birbirlerine kanıtlama kavgası içindeler! Şimdi bir küçük soru soruyorum kendime: “O destansı eylemde – direnişte bugünkü kavgacılar varsa: İşçi sınıfının sendikal örgütü DİSK üyesi sendikaların üyeleri yöneticileri neredeydi? Ben, Gebze’de Kurulu bir Alman-Türk Ortaklığı Fabrika işçisi olarak sanal bir eylemin içinde mi bulundum, yürüdüm?”
Tarihi yapan güç eğer takvimin bir gününe düşen toplumsal, siyasal ve ekonomik eylemlerin tümü ise kimse tarihi kendisiyle başlatamaz. Başlatmamalı…
Bu noktada artık şunu hemen belirtmek ve kaydetmek gerekir. Bir toplumsal sınıfın sözcüsü olmakla gövdesi olmak arasında çok fark vardır. Gövde yoksa çatılar olsa olsa çadır olur. Sözcülükse hamamda şarkı söylemektir. İşçi sınıfının gölge edenlere değil gövde olanlara gereksinimi var bugün. O gövde de sendikasıdır. Siyasal partisidir… Şarkı söylemek içinse kendi gür sesi yeterde artar bile. O gür ses 15–16 Haziran’da Küresel Sermaye Diktatörlüğü ile yerli işbirlikçilerinin ödünü patlatmaya yetmedi mi? 12 Mart Muhtırası neyin ürünüdür dersiniz!
Oysa o eylem düzenine işçi sınıfı disiplini içinde uyulsaydı; sonraki günlerde düşünülen eylem biçimleri yürürlüğe konulabilseydi, direniş yayılarak genel grev boyutuna ulaşabilirdi. Toplumsal muhalefetle dayanışma içinde kazanılmış hak ve özgürlüklere, dolayısıyla Anayasal Haklara dokunulamayacağı gösterilmiş olacaktı. Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri hızlı karar mekanizması içinde, yasa maddeleri değişikliğiyle oyalanmak yerine Anayasayı değiştirerek kazanılmış hak ve özgürlükleri kökten budamayı yeğ tuttular. Bir yerde 12 Mart Muhtırası’nın bir anlamı da budur… Bunları şimdi düşünmüş olmak bile bir kazanım denebilir ama nerede o ortak akıl üretimi!

Çıkarılacak Dersler:
15–16 Haziran’dan hemen sonra ne yapılmalıydı. Ne yapılmadı!
1) Türkiye’de bu çapta yüksek katılımlı ve disiplinli bir eylemin usta kışkırtıcılarca saldırıya uğrayıp amacından saptırılabileceği olasılığı göz önüne alınarak gerekli önlemler ve planlamaların olması gerektiği boyutta ele alınıp alınmadığının iç sorgulaması hemen yapılmalıydı. (Yapacakların özgürlükleri ellerinden alınarak yargı önünde olduklarından bu gereklilik yerine getirilememiştir.)
2) Etkin sendikal örgütlülük bilinci ve disiplini olan işyerlerine, o sırada yeni işçi alımları üzerinde titizlikle durulmalı. Meslek Lisesi çıkışlı sonradan polis olmuşların işyerlerine kolayca girebilecekleri göz önünde bulundurulmalıydı.
3) Sendikalarımız ve ilgili kurum ve kişiler: a) Tarihsel gelişme izlenerek; b) İç ve dış genel siyasal durum; c) Sendikal örgütlülük; d) Ekonomik gelişmeler-sermayenin küresel birleşme çabaları, örneğin AET, İMF gibi kurumsal yapıların gelişmeleri masaya yatırılmalı, olası sonuçları değerlendirilmeliydi. Ayrıca sınıfsal bir çözümleme gerekirdi.
4) Gücünün sınırını bilecek; istemlerini ve neye karşı olduklarını bilinç terazisinde tartabilecek; en önemlisi doğrudan hak kaybına uğrayacak, yasa ve hukuk tanımazlığın kurbanı olanların bilinçli katkısı birincil sırada olmalı her zaman. Bu da etkin ve kesintisiz bir yönetici-üye eğitiminin boşlamadan yapılması ve sürdürülmesi ile mümkündür. Bu uygulamanın kendi kendini denetleyeceği yöntem de geliştirilmeliydi.
5) Öncelikle içte olan her karşı görüş ve eleştiri sonuna kadar dinlenmeli. Eleştirilerden ders çıkarılmalı ve eylem alanında ve üretim ortamında kahraman üretilmesine alan açılmamalıdır. Dıştan yönelecek eleştiri ve yapılan öneriler, konunun taraflarıyla, halkoyuna açık tartışılmasından çekinilmemeli ve konuşulup bitirilmelidir.
6) Her eylemin ya da bir grevin sonunda değerlendirme toplantıları yapılarak hem içte üyelere hem de halkoyuna başarının, başarısızlığın, elde edilmiş deney ve kazanımların, kayıpların bir çeşit hesabı verilmelidir.
7) İşçi sınıfının ekonomik savaşım aracı olan sendika hareketinin siyasal ayağı mutlaka olmalı. Çünkü bir örgütlü güç ancak siyasal partisiyle bir tam olur. Sınıfsal görüşüyle seçimlere bu yoldan katılabilir. İktidar olma buradan gelir. Politikanın aynı zamanda ekmek kavgası olduğu akılda tutulup başa yazılacak ilke bu olmalıdır.
8) Bir örgütlü güç, özellikle sendikalar parasal kaynağını üyelerinin ödeyeceği ödentilere dayamalı. Yasada belirlenmiştir. Hele dış yardım, fon tuzağı sarmalına yakalanmamalı… DİSK’in ve Birleşik Metal-İş Sendikası Onursal Genel Başkanı Kemal Türkler’in deyişiyle: “DİSK’in gücü DİSK’e bağlı işçilerin bilincidir. DİSK’in kasasına, işçi parası dışında hiçbir şey girme(meli)yecektir.
”HEY! DUYUYOR MUSUNUZ? ORADA KİMSE VAR MI?
9) Bağımsızlık. Kendi bağımsızlığını korumanın ülke bağımsızlığını da koruma anlamını bilince yükselterek her savaşımdan utkuyla çıkılacağı bilinmelidir.
10) En önemlisi tüm canlı tanıkların tanıklıklarına hemen başvurulmalı. Yitirdiklerimiz bildiklerini aldı götürdü. Şimdi kala kala Devlet Arşivlerindeki belgelerin tanıklığına kalıyor iş! Ona ise işçi sınıfı bir gün iktidar olursa ulaşılabilir. Demem o ki; bir işçi hükümetine iktidar teslim edilmeden oralarda bir kaza yangını çıkmazsa!
Buradan Onursal Genel Başkanımız Kemal Türkler’i saygıyla anıyor, rahmet diliyorum. Attila Özsever’e, yürüyüşün bugün adsız kahramanlarına ve onlardan Bayan G.a, işyeri baş temsilcimiz N.Y,e ve tüm işçi sınıfımıza bizden selam olsun…

İSMET ERCAN