ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

17 Mayıs 2015 Pazar

demir tozları



DEMİR TOZLARI
“Herkes elini vicdanına koysun. Çocuğumun gözünü çıkarttılar. Plastik mermiyi atan polis çıksın ortaya. Gereken yapılsın.”
Annem televizyonda bu sözleri söyleyeli yıllar oldu. O zaman daha iki ameliyat olmuştum ve bir diğer ameliyat da gündemde idi.
Eğer o anda o kanalı izlemediyseniz körlüğümden haberiniz olmadı.
Adımın Barış olduğundan, yaşımın da 16 olduğundan habersizsiniz.
Bunları neden anlatıyorum? Bana acıyın diye değil, annemin acısını paylaşın diye de değil…
Eğer gazete okumuyorsanız, eğer okuduğunuz gazete plastik mermilere, mermilerin hedeflerine yer vermiyorsa bana isabet eden ve gözümü çıkaran mermiyi de bilemeyeceksiniz.
Aradan yıllar geçti. Her bir mayıs anması gözümün birini yitirişimin yıldönümü oldu.
O yıllarda gaz fişeklerinin kapsülleri başına saplandığı için ölen, gazdan kriz geçirip ölen genç insanlar da oldu. Hepimiz ortak paydamız olan diktatörce tutuma ve sömürgen düzene karşıyız diye sokaklardaydık.
Siz yoktunuz. Ama biz sizin için de oradaydık.
***
Yazının buradan sonrasını bulamıyordu. Kâğıtları toparladı. Dedesi kurtuluştan önce başlayan o direnme kıvılcımlarında gözünü kaybetmişti. Süreç direnmeyi savunmayı aşmış ve mücadeleyi kızıştırmıştı. Emekçilerin de katılımı ile zafere ulaşan mücadele şimdi geriye baktığında Duycan’a çok incelenesi geliyordu.
“Ne kadar gelişi güzel ve kendiliğinden başlamış başkaldırı…” diye mırıldandı.
Dedesi elinden kalemi ve düşüncelerinden güzel günler inancını hiç bırakmamış, sanki Duycan’ın annesine de genleri ile bu düşünceleri aktarmıştı.
***
Dedemin ömrü ve annemin gençlik dönemi savaşla sonra da yepyeni bir düzenin kuruluşu ile geçmiş ve ben şimdi onların kurup geliştirdiği bu özgür ve eşitlikçi dünyanın havasını soluyorum. Kuraklık yıllarını kuzeye yerleşerek aşmaya çalışmışlar, bireysel yaşantılarını sürdürmek için çok şeyden vazgeçmişler. Bazı şeyleri de hayat zaten ellerinden almış. Sonra onca duyarsız insan dedikleri kalabalıklar bir anda cıva taneleri gibi birleşmiş, hepsi sanki mıknatısa yakalanmış demir tozları gibi mücadeleye çekilmiş. Sonra yetmemiş, komşu ülkelerin de cıvaları, demir tozları aynı kaçınılmaz mıknatısla mücadeleyi yükseltmişler. Artık onlar komşu ülke değil. Hepimiz aynı sınırların içinde insanlık ailesiyiz.
Dedemin yazmaya başladığı kâğıtlara bunları da ekleyip tamamlasam, kaybettiği gözün bu günlere kavuşmamız için başlayan topyekûn mücadelenin bir parçası olduğunu eklesem…
Tarih sayfaları kolay yazılmıyor. İlerde bilim akademileri için kaynak oluşturacak diye o kâğıtları gözü gibi saklayan anneme o sayfaları şimdi devrim tarihi müzesine teslim etmek üzere olduğumu söyleyebilmek isterdim.
O kuruluşun öngününde beni doğurdu ve mücadelenin zaferle sonuçlandığını görüp yaşamını yitirdi. Babam, şimdi Fabrikanın maden inceleme araştırma bölümünde çalışıyor. Yer altı örgütünden yer altı araştırmacılığına… Ben de Fabrikanın gençlik kümesindeyim.
***

O yıllarda gözünü yitirmiş aile büyüklerine sahip olmanın onurunu madalya gibi taşıyor Duycan. Ya onca acı boşa gitseydi diye geçirmiyor aklından. Devrimin kaçınılmaz olduğunu şimdi herkes biliyor.
Duycan’ın gülümsemesi dedesinden kalma… Yüzünde hep dengeli bir duruş var. Bir yanı sevinçle azimle yeniyi koruyup geliştiren, diğer yanı eskinin acılarına duyarlı…

Evin Okçuoğlu

Öykünün Öyküsü

Öykünün Öyküsü

Evin Okçuoğlu

“Hasıra bakıp mısırı görenlerdeniz” demek külhanbeyi ağzı ile dersek adamın ciğerini okurum demektir. Yere serili hasırın mısır saplarından yapıldığı bilgisi ile donanmışlık yani teorik donanım ile gözlem bir olmuştur. Bu kişiye bir tür bilgelik aşaması kazandırmış olduğundan hafif bir böbürlenme de sezilmektedir. Şimdi öyküde bütün iş bu sözü kime söyleteceğimize gelmiş bulunuyor. Aslında anlatmak istenen başka idi. Gelecekte ya da başka dillerde öykümüz okunduğunda, insanlar anlamakta zorluk çekmesinler, yani öykümüzde geçecek olan şu sözcüğü tanısınlar diye metrobüs de nedir onu anlatarak girmeli öykümüze diye düşünmüştüm. Tabii ki metro nedir anlamak kolay büs ise İngilizcedeki bus yani otobüs sözünü çağrıştırıyor. Ama ikisi birden aynı sözcükte buluşunca ortaya ne çıkıyor, kanımca bunu kavramak gerekiyor. Bunu kavrarken de, ülkenin ulaşım politikasızlığı ile çok yakından ilgili olduğundan metrobüse bakıp ulaşım politikasızlığımızı görenlerden oluveriyorsunuz.
İşin en zor kısmı kurgudur; madem bu öyküde metrobüs geçecek o halde işe giden bir kadın, hayır bir iş kadını demeliyiz, çünkü iş kadını başkadır, işe giden kadın başka anlam verir. Bize iyi giyimli hatta daha da ilerisi şık giyimli, bakımlı, üstü başı temiz pak bir iş kadını gerekiyor. Yüzünde sağlıklı ve yorgun olmayan parıltılı bir ifade vardır. İsim seçerken de tabii ki titiz olacağız. Adı “Aslı” olsun.
Sakın mantık hatası yapmayalım. Böyle bir kadının metrobüste ne işi var, kendi arabası olur düşüncesini ortadan kaldırmak için kurgumuz devreye girmelidir. Görüyorsunuz ya kurgu öyle yazarın keyfine kalmış bir şey değil, hep ihtiyaçtan yürüyor.
Şehir otoyollarında inanılmaz tıkanmalar olması nedeni ile ne yazık ki artık iş kadınları ve işe giden kadınlar aynı araca binmek, zaman kazanmak zorundalar. Belki özel şirket servisleri akla gelebilir hemen kurguya ek yapmalıyız ve o gün Aslı işe değil başka bir yere gidiyor. Belki de avukattır ve adliye sarayına gidiyordur. Bir kere bir mantık kurunca ihtiyaçtan doğmaktadır kurgumuz… Bu saray sözüne takılmadan devam ediyor öykümüz. Son duruma göre Aslı, büyük bir avukatlık şirketinin başarılı bir avukatıdır. Tıpkı filmlerdeki gibi… Aslı zaman kazanmak zorunda çünkü duruşması var o nedenle toplu taşıma denen araçları kullanıyor bu sabah… Belki de, şu anda az gelişmiş ülkelerdeki plansız özel oto salgılama sonucu artan ve hatta sanki sonsuza dek tıkalı duran trafiğin neden olduğu çaresizlik, icadın anası olmuş ve metrobüs yaratılmış diye düşünüyordur. Aslı bilgece bir görüşe sahip, yani mısırı görenlerden. Ama hayır bilgenin de bilgesi var. Yazar olarak devreye girmeliyim. Bu trafik sorunu, plansız özel oto salgılama yüzünden değil sadece, bunu fazla uzatmayalım. Acaba bir hata mı yaptık? Orta gelir düzeyi üstünde bir kadın, arabası olan bir kadın neden araba üretiminin şişirildiğini gerekçe görsün ki? Belki de sonradan zenginleşmemiş, aileden gelme bir hali vakti yerindelik söz konusudur. Ve her aile ferdine bir araba şımarıklığını kastediyordur. İşte tam bu sırada metrobüs peronundaki reklam panosunda açken nasıl canavara dönüşüyoruz değil mi anlamında bir abur cubur reklamına gözü takılıyor. Öyküde hiçbir şey tesadüf değil. Açgözlü olan sonradan zenginlerin konu edildiği sırada onlara bir gönderme olabilir. Akıllı insanların öyle beyinlerinde fazladan çalışan milyon tane hücre yokmuş. Onlar olaylar arasında bağ kurma yetileri nedeni ile akıllıymış. İşte akıllı okura burada büyük bir paye vermiş olarak devam ediyoruz. Başka ipuçlarını bulup çözme azmini kutlamalıyız.
Öykümüz materyalist bakış açısı ile kurgulanmış gerçekçi bir öykü olduğundan buna ek olarak insanlara söyleyecek bir iletisi olduğundan çarpıcı bir bitişle bitmeli… Kısa öyküler çarpıcılıkta aforizmaya yaklaşıyor… Çelişki olmalı öyküde. Kişiliklerdeki çelişkinin sosyolojik açılımı hissettirilmeli. Öykü öyle basit bir anlık görüntüden oluşmaktadır. Öyle atla deve değil, görünürde bir kadın metrobüse biniyor. İşte buradan bile sıkıp öykü çıkarıyoruz.
İşe gidiş saati yoğunluğunda metrobüslerde bekleşen insan tipleri çok karmaşıktır. İşçisi, memuru, az gelirlisi, çok gelirlisi, öğretmeni, polisi, iş bitiricisi, şehirlisi köylüsü her kesimden insan peronda yığılmış bekliyor. Önlerine kapı geleceği varsayımı olan noktalarda yığılma daha fazla. Rahatına düşkün olanlar birazdan gelecek olan metrobüsü beklerim hiç olmazsa otururum diye düşünüyor. Yaşlı ve yolu uzun olanların beklemeyi tercih ettiği bir gerçek… Her şey bir anda değişiyor. Sakin ama tetikte olan yolcular otomatik kapının açılması ile canavarlaşıyor. Çarpa ite kendilerini metrobüse atıyorlar ve hızlı bir göz gezdirme ile en yakın boş yeri saptayıp derhal tereddütsüz oturuveriyorlar.
İyi giyimli şık bir iş kadını olan Aslı metrobüse binerken canavarlaşarak kalabalığı yardı. Oturacak yer bulma derdiyle kendi olmaktan çıktı. Nezaketmiş, başkalarının haklarına saygıymış, silindi gitti. Aslında Aslı hiç de öyle biri değildi.
Olaylar düzleminden yani somuttan soyuta yükselmek, bu durumun felsefesini yapmak, okura bırakılmalıdır diyoruz. Yazar her şeyi anlatırsa olmaz. Öykü bitince okurun kafasında bir yer edebilmesi için muhakeme gerekir. Okura da iş düşmelidir. Bize hasıra bakıp mısırı gören okurlar gerekiyor.
Birinci okur bir eğitimci: perondakilerin eğitim ile düzelebileceğini düşünüyor.
İkinci okur bir elitist: Dağdan gelenlerle doldu şehir bunca kalabalık ve görgüsüzlük inanılmaz diyen tiksinçli bakışlar savuruyor etrafa...
Üçüncü okur bir mühendis: alt yapı planlanmazsa günübirlik çarelerle geçiştirilirse işte olacağı budur diyor.
Dördüncü okur bir düşünür: İşte örnek, davranışlarımızı belirleyen şey somut, sosyal, sınıfsal, çevresel etkenlerdir diyor.
Beşinci okur: Böyle de kısacık öykü mü olur ne demek istedi şimdi bu diyerek dudak büküyor.
Altıncı okur didaktikliğe, kendini çok kaptırmış, her şeyden hayatta karşılığı olmayan dersler çıkarıyor: Demek ki o saatlerde metrobüse binmemeli, demek ki nezaketi elden bırakmamalı, demek ki kılığına kıyafetine bakmayacaksın; kadın aile terbiyesi almamış.


YALÇIN KÜÇÜK ÇIKIŞ I İŞARET EDİYOR


YALÇIN KÜÇÜK “ÇIKIŞ”I İŞARET EDİYOR



Evin Okçuoğlu



Yıllar önce Bilim Sanat veya Yürüyüş dergilerinde okuduğumda 17 yaşların toyluğu ile anlamakta zorluk çekerdim. Yalçın hocayı sonraları okurken, onun kitaplarında bir düzenleniş karakteristiği ve yazı tarzında da kendine özgü bir biçemi olduğunu gördüm. Onun okurları bu biçeme alışıktır. Nerede okusalar imzası olmasa da onun yazdığı bir yazı olduğunu anlarlar. Kitaplarında hep olan onomastik çalışmalar ÇIKIŞ’ta da var. Kitap kapağında ansiklopedi 1 yazısı dikkati çekiyor. Demek ki kısa öz açıklamalara girişilen bir eserdir ve devamı gelecektir. Gerçekten de Önsöz’ün ilk cümleleri telgraf çeker gibidir. a, b, c, şıkları ile kitap boyunca karşılaşıyoruz ve şimdilerde aceleci internet okurlarına da uygun düşüyor. Kısa sonuç çıkarma, saptama cümleleri de aforizmaları anımsatıyor. Görüşlerdeki netlik ve konuya hâkimiyet sayesinde aforizmalar kitap boyunca rahatça dökülmektedir. İşte onlardan biri: “Diktatör, çöküşün mahsulüdür. Bu müthiş ‘çöküş’ müthiş korkunun ürünüdür. Korktular ve dine döndüler. Önce sığındılar ve sonra silah yaptılar.”

Yazarımız bölüm yerine “sure” sözünü kullanmakla dikkatimizi Kuran’daki İbraniceden alıntı sözcüklere çekiyor.

10 Mart 2014 Silivri’den çıkış bildirisi Cumhuriyetten çıkışa karşı bir duruştan çok diklenmedir. Emekçi cumhuriyete girişi ise kitap boyunca okuduklarımız arasında bağlantılar kura kura ilerleyerek buluyoruz.  Tekrarlamalar ise çoğu kitabında vardır ve bir öğretmene uygundur.

Marxist materyalist bakış açısı ile tarihi bilimsel titizlikle çevirilerle bilim ile sanat ile donatarak araştırarak bize sunulmuş bu son kitap için emek veren bir ekip var. Deniz Hakan, Barış Zeren ve Okan İrtem’e katkıları için Yalçın hocamız gibi okurlarımız da teşekkür borçludur. Kitabın özellikle içindekiler kısmına ek olarak metin içi ekler için hazırlanmış ikinci bir içindekiler var. Kitap sonundaki indeks de aradığımız kelimeyi bulmada kolaylık sağlıyor.

Kitabı okurken çok hoşuma giden ve sayfa numaralarını kayıt ettiğim yerleri sizinle de paylaşmak istiyorum ve okurunun bol olmasını; Yalçın hocamızın dediği gibi “öksüz” bir kitap olmamasını diliyorum.

Üçüncü sure Kürtler: Quo Vadis?’in birinci bölümünde Öcalan’ın sola yaklaşık olduğu zamanlardan bu güne akepe’ye yaklaştığı zamana kadar olan süreçleri anlatıyor. Bu arada Kürtlerin, Vietnam Devrimi ve Türkiye devrimci gençlik hareketlerini örnek aldıkları görüşlerinden ikincisine pek katılmıyor. Sayfa 199: “Türkiye devrimci gençlik hareketinin büyük kahramanlar ve gençlik önderleri çıkarttığı doğrudur. Yalnız hem bir yol olamamış ve hem de kurumlar çıkaramamıştır. Kısa ömürlüdür ve sürekli parçalanmıştır. Güzel, ve devrimci gençlik, bir de, Türkiye İşçi Partisi ile mücadele ederek devrimcileşmişti; abarttılar ve zapt etmek istediler.”

Aynı surenin ikinci bölümünde (The End Of Games Oyunların Sonu mu) beni buruk gülüşlere gark eden bir paragraf var. İşte o sayfa 224’teki yaz-boz kısmından biraz alıntı yapmak istiyorum. Tabii keşke tüm sayfayı hatta kitabı okusanız diye de içimden geçirmekteyim. “Bizde mi, Yavuz Selim ile başlarsak,1516, dört yüz yıllık bir düzen vardı ve emperyalizm, yerine sadece bir yaz-boz tahtası getirdi, şimdi bir daha yazmaya ihtiyaçları var ama zorlanıyorlar. Yalnız biz sadece ‘bakar’ oldukça ve seyirci kaldıkça, mutlak yazarlar. Tahtayı değil de beyinlerimizi silmekten hiç utanmıyoruz. ... ‘ayı’ değil belki de ‘camız’ olmayı seçiyoruz. …Camızlar burada dört yüz yıl birlikte yaşadığımızı hiç hatırlamazlar.” Hocamız gerçekten müthiş bir dille kızgınlığını haykırmış. Katılmamak elde değil ama ben biliyorum ki yine de halkımıza değil onları sürüleştirenleredir sınıf öfkesi… Çünkü bir vesile ile Nazım’ın şiirlerinden en sevdiği şiirin Benerci’den bir bölüm olduğunu biliyorum ve zaten kitabın 21. sayfasında yer alıyor:

“…Delikanlım!

Senin kafanın içi

Yıldızlı karanlıklar

kadar

güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.

Yıldızlar ve senin kafan

Kâinatın en mükemmel şeyidir.”

3. surenin Türk Savaşlarında Kürtler, 3 bölümünde birinci dünya savaşı sonunda icat edilen “manda” sözcüğünü feodalite dönemindeki “vassal”a benzetiyor ve devamında “tampon devlet” ve stratejik ortak sözlerini de benzeştiriyor. İkinci dünya savaşında Almanya’ya savaş açmak ve Kore’ye asker göndermek stratejik ortak olma gereğidir diyor ve “Küçük Amerika olmak, ‘manda’ ya da ‘tampon’ olmayı istemektir” diye ekliyor.

Yalçın hoca çalışma sisteminden söz ederken kart sistemi kullandığını belirtiyor. Uzun açıklamalı notlarını kartlara yazıyor. Bilimsel bir çalışmada makul sayıda veri biriktirmekten sonra sıra olaylar arasında bağ kurmaya geliyor. İşte bu çalışmalarında hep “Eğer dünya çok eğriyse, çubuğu hep tersine bükmek çok doğrudur” (s: 225) düşüncesi var.

Tarihçi titizliği ile iz sürerken Yüzbaşı Averyanov’un tarihsel sunumlarından oluşan bir kitaba rastlanması, kitabın Rusça baskısını Barış Zeren’in bulup Çıkış için çevirmesi, bunların ötesinde kitaptaki bilgilerin test edilerek bize sunulması belki de bu kitaba giren en önemli bölümlerdendir. İşte bu bölümde hocamızın vardığı sonuç şudur; özetle ifade etmiş: “… Türk Devletleri çöküş pozisyonuna girince iki çare buluyorlar ve iki sığınakları var, demek istiyorum. Bir, Kürtleri harekete geçiriyorlar…. İki aşırı dinselliği canlandırıyorlar ya da aşırı cinselliğe batıyorlar ve bunu da görüyoruz. ….Tekrar ve özetliyorum, savaş alanına Kürtler sokuluyorsa ve yobazizm yükseltiliyorsa, ‘batmak üzereyiz’ demektir.”

Türkiye’de Aydınlar Var adlı beşinci surede ilerlerken “Caligula Tarifinde Bir Yaratık (dördüncü bölüm) hocamızın emperyalizm ve tekeliyet açıklaması çok değerlidir. Sayfa 347’den alıntı yapıyorum: “Tekeliyet ve emperyalizm, ikiyüzdür; tekeliyet iktidarın parsellenme halidir ve modern zamanlarda Orta Çağın feodallerine benzetebiliyoruz. Emperyalizm ise devletleri şeklen almadan, işgal etmeden, devlet gücünün yayılmasıdır, alan genişlemesi de denebilir. Artık parlamentolar sadece dekordurlar….”

Artık sonlara doğru gelmekteyiz. Caligula’dan yararlanarak yazdığı bölümdeyim. 15. maddede kalakalıyorum. Benim de hakkında şiir (Dans) yazdığım bir konuyu benzer duygularla sanatsal işleyişine hayran olmamak elde değil. Uzun bir paragraf olan 15. maddeyi elinde kitap olanlar hemen sayfa 354-355’i açıp okuyabilir. Kısaca atlayarak paylaşıyorum: “Dansların en yükseği İspanyol Flamenko olmalı… İnsanın insana tutkusunun, insanı gerilmiş yaya döndürmesini görüyorum…. Kollar bazen mızrak ve bazen füze oluyorlar ve kadın ile erkek öylesine sevgi doludur ki birbirlerine kıyamıyorlar. Kıyamamak, şiddetli aşk halidir ve öyleyse, her Flamenko, bir isyan birikimi oluyor; biriktiriyorlar ve daha büyük patlamaya hazırlanıyorlar. Ve İspanyol danslarını, depo edilmiş isyan olarak görüyorum.”

Evet, ben de aynen öyle görüp duyuyorum Yalçın hocam ve izninizle kısa bir parça ile “Dans”tan alıntı yapıyorum:

“Kabarır eteklerimden öfkem, bedenim susmayan şarkı.



Başı döner dünyamın, dansımdan isyan doğar

Çarpar adımlarım yere, acır geçmişim

……

Anayım ana dilde ağlarım, ak düşer, yaş düşer

Düşmez başım, bakışımdan kabarır dalgalar”



Sırada 32. madde var. Sezar ve Brütüs üzerinden cumhuriyetin tükenmişliğine değinerek, “… bu nedenle yıkan da kurtarmak isteyen de yok olmaktadır. Yerlerini tarihin döküntüleri dolduruyorlar; ders’i burada arıyoruz.”

Okurla paylaşmak istediğim son kısma geldik. Sayfa 361 madde 47deyiz:  “Montesquieu’nün Görkem ve Çöküş çalışmasını ‘okursak’, ne kadar materialist bir bakışı olduğunu da hemen görüyoruz; çok çarpıcıdır. Roma halkını analiz ediyor, a) tribünlerde seyrettikleri ile vahşileştiklerini…..böylece bütün halkların en bayağısı ve alçağı olduklarını ……” kısmını okurken aklıma vahşet videolarını kanlı cinayetli televizyon haberlerini bol bol izlettikleri geliveriyor. Ve böylece biz de hocamızın şu çıkarsaması ile benzeşen bir yapıya iteklenmiş oluyoruz:  “Roma halkı, ‘pleb’ diyoruz, artık en kötü imparatordan dahi rahatsız olmamaktadır. Roma’da ‘iyi’ ve ‘kötü’ imparator farkı ortadan kalkmıştır; demek ki, sürü yaratılmışsa, tiran veya despota şaşmıyoruz.” 

Benim gördüğüm Yalçın Küçük bir savaşçıdır. Alanı, kin gütmüyorum deyip terk etmemiştir. Ne mutlu ki okuduğum, çöküş sırası ve sonrası çöküntü üzerinde tepinenler dahil rol alanların yakasını bırakmama konusunda sert bir kitaptır.





Yalçın Küçük, Çıkış, Tekin Yayınları, Ocak 2015, 375 sayfa
berfin bahar dergisinde nisan 2015 te yayınlanmıştır.