ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

25 Kasım 2010 Perşembe

ÇAY BAHÇESİ



en çok yakışan giysimizdi gençlik
aşk sayfamız daha tabula rasa
karşı masadaki bakışların uçurumu
sessiz kovalamacada son nokta
gözümüzü kaçırdıkça çağıran

şimdi bütün özlemlerimizi kuşanıp
geçiyoruz çay bahçesinin en kuytu masasına
yumuşacık bir tat kalıyor damakta
her yudumda buruk ama demli
o yudumdan sonra hazır dudaklarımız
aşk sözlerini bir bir sıralamaya
gözlerimizle okşuyoruz eldeğmemişliği

ekoselerini seviyoruz örtülerin
kül tablalarından aldırışsız uçuşlarda kül
külden bir sahnede tenimiz ürperiyor
dilimizin ucunda ha desek diyeceğiz
ve bir kıyısında bahçenin ille de deniz
dizlerimiz buluşunca masa altında
yorgun düşer ağaç gölgesinde bitimsiz düşlerimiz

Evin Okçuoğlu

20 Kasım 2010 Cumartesi

FARKLILIKLAR ZENGİNLİK MİDİR?




FARKLILIKLAR ZENGİNLİK MİDİR?



Farklılıklar zenginliktir söylemi üzerinde biraz düşünelim. Kulağa hoş gelen bu sözlerin kimlerin ağızlarından ne amaçla çıktığına bakalım.

İdeolojik farklılıkların zenginlik olduğunu söylemek, ideolojileri birbirine bulaştırıp yozlaştırmaktır. Yani kapitalizm ile sosyalizmi kardeşleştirip, kapitalizm bahçesinde oynatmaktır.

Etnik farklılıkların zenginlik olduğu doğrusundan yola çıkıp, yanlışa vardırarak emperyalist tuzaklara düşmek ve sömürüyü kolaylaştırıcı kavimlere bölünmenin yolunu açmak da doğru tutum değildir. Postmodern yöntem hep böyle yapar. Bir doğrudan başlatır bizi, ve sınıfsal temeli yok sayarak yanlışa vardırır.

Dinsel farklılıklara gelince, medeniyetler buluşması gibi sözlerle cemaatleri bir düzenek altına toplama çabaları izliyoruz. Devletlerin dinlerden eşit uzaklıkta ve din işlerine karışmaması savunulacakken, yapılmakta olanlar ilginçtir. Sünniliği olduğu gibi Aleviliği de devlet kapısına bağlama çabaları gösteriyor ki onların dilindeki zenginlik sadece zapt u rapt altına almak içindir.

Farklılıkların zenginlik olacağı günlerde, etnik kinler, sınıf kini ile dünyayı değiştirenlerce sonlandırılmış olacak. Şimdi kulağa hoş gelen her söylemin nasıl faşizme malzeme olduğunun yaşandığı kritik günlerdeyiz.

Farklılıkların zenginlik olduğu genel doğrusunu ve buna benzer birçok doğrumuzu alıp emperyalizmin malzemesi olarak kullananlara karşı sürdürülecek mücadelede netlik ve uyanık olmak gerekmektedir. Tuzaklar bizim söylemlerimizin üzerinde yükselmeye çalışan küresel faşizm tuzaklarıdır.

Yugoslavya'da etnik farkları zenginlik olmaktan çıkarıp kardeş kavgası ile devleti çözerek ele geçiren emperyalistleri, sınıf kininden büyüyen nefretle tarihin çöplüğüne atmak gerekiyor. Düşman aynı düşman. Barıiş ise ancak ortak düşmana tüm etnik farklar, sınıf kimlikleri ile ortaya çıkıp, kol kola yürürse kazanılır. Barışı şimdi savaşatan ekmek yiyenlerden dilemek de en büyük aymazlıktır. Çünkü onlar sadece barış ve demokrasi getirme söylemleri ile el koyma yağmalama için gelirler.

Etnik zenginliğimizi emperyalizmin elinde çar çur etmeden, faşizme karşı bir blok olarak durabilme dileği, inacı ve kararı ile.
Evin Okçuoğlu

ÇOCUK ONLAR





Çocuk Onlar



Sayısal verilerde milyonlarcaydılar

Dünyanın yoksul yüzünde kararan

Aç şehvetlerin beden diye saldırdığı

Çocuk onlar



Oyun çağı hiç gelmeyen bedenlerdi onlar

Dünyanın kanayan yerlerinde toplanan

Çürümüş lanetli ellerin uzandığı

Çocuk onlar



Gözyaşı kurumuş kaç çift boş bakıştılar

Köhne barakalara çığlıkları asılan

Hoyrat düşlerin pençesiyle kaptığı

Çocuk onlar.



Şefkat içirin susayan çığlığa şimdi

Milyonlarca örtü getirin ısınsınlar

Donmuş yerlerinde dünyanın

Çocuk onlar.

Evin Okçuoğlu

İçi Görünen Şiirler 2009 kora yayınları



dünya çocuk hakları günü 20 kasım nedeni ile paylaşıyorum.

17 Kasım 2010 Çarşamba

ÇALAKALEM



şimdi bir şiir gemisi geçiyor
iç denizlerimizde pupa yelken
dalgalar vuruyor kıyılarına
incecik kumdan sözleri okşayan
ve soğuyor bozkırlar
düşlerimizden süzülen kırağı damla damla

şiir sek içiliyor
hırçın ellerimiz tutuyor kadehleri
sen gelmiyorsun diye döküyor saçını savruk kızlar
gemi kaçıyor usun
doludizgin özlüyorum anlıyor musun
yelkenleri söküyorum dize dize
kumdan sözler çarpıyor yüzüme fırtınada
çalakalem gidiyorum dibine aşkın
bir tek sen yoksun

bu dalga
bu kum
bu sevda
bu yürek akıntısı sendendir
kapkara bir tahtadasın
koskocaman bir çağlayan resmisin şimdi
döküldüğün yerde aşınan taşın sevinciyim
yine de aşılmaz bir sessizlik kadar uzaksın bana

15 Kasım 2010 Pazartesi

FÜZE KALKANI




güvercin kanadından düşürdük barış dalını
düşman çarpmıştı eliyle barışçıl kanatlara
yılmadık usanmadık diledik durduk körlükle
barışı istedik ille de
bir uçtan bir uca yürüdük ve diledik düşmandan
barış hemen şimdi gelecekti bir el etsek
teslim olmaktı oysa düşmandan barış dilemek

hiç duymadık ötüşünü barış güvercinlerinin
üzerimize gürültüyle gelen uçan makinelerdi
gülücük ötüşlü güvercin yerine
kara kanatlı füze başlıklı savaşkan
ürettikçe sattıkça onların ceplerini dolduran
kan kırmızı ederek yerin yüzünü
makinelere avuç avuç can kusturan

uzun menzilliler döşendi sınırlara
ölüm kuşanmıştı ve nöbetteydi nefret
hedefini şaşırmış nefretle kırdık geçirdik birbirimizi
savaştıkça canımız çıktı kanımız döküldü
kalkanlar dikildi yurtlarımıza
yoksulluğumuza indi sonra
hem de sınırların her yanında

gökyüzü ışıl ışıldı ekranlarda
ama havai fişek gösterisi değildi
yağan bomba
ölen biz
biz değilsek bizdendi
savaşın bıraktığı izden tanıdık birbirimizi
gözlerimiz iri mi iriydi
nefretimizin yönü değişti
var gücüyle nefreti besleyen köklere inen
kalkan ellerimizdir şimdi

12 Kasım 2010 Cuma

ESKİ





O duyguyu anlamak için herkesin taşındığı bir eski ev vardır diye düşündüm. ilk okul öncesi oturduğumuz kiralık evin önünden geçtiğimde birisi "BİZİM PENCERE"den bakıyordu. O evin eşiğinde annem babamın çizdiği çentikler vardı. Ağabeyimle benim büyüyüşümüzü o çentikler kanıtlıyordu. Çocukluk sesim gezinir odalarında...

Sonra biz taşındık... Sonra büyüdüm... Özelleştirme başladı!

Şiirimin ikinci ve son kıtaları tarlasından ve fabrikasından özelleştirme yolu ile sürülüp atılanların sesidir.

Ve şimdi daha bu şiire eklenmemiş olanlar var.

Askerler.

Bir yurt kalmayınca uğruna ölme ruhu da kalır havada. Şimdi mantık budur. Askerin ruh taşıyanı değil, paralı asker dönemidir.

Ne yazık ki "YENİ" kutsanıyor her zaman. Oysa şiirimin adı "ESKİ"

Bu ne çok asker böyle, azaltalım özelleştirelim ama önce işlevsizleştirelim mantığının geçerli olması yenidir.

Yurtseverliği özelleştirin, evladı, uğruna öldüğü topraklara girince, ağıt yakan anaları da özelleştirin akımı da yenidir.

Ama benim bu duyguların tümünü içeren şiirimin adı da Eski'dir.

Eskinin insancalığına GÜN aydın olsun.


ESKİ


Kapısındayım eski evimizin

Anılar benim ama

Pencereden bakan şimdi kim?

Kapıdaki çentiklerde

Boy atışımı görmeye geldim.



Sınırındayım eski bağ bahçemin

Gidiyor yine kasalarla üzüm

Eskiyor başka mahzenlerde şarap

Konu komşu sürgün oldukça

Salkım salkım gözyaşı boşuna

İncirin altında

Serinleyişimi görmeye geldim



Dibindeyim duvarın

Kulağımda makine gürültüsü

Ustabaşı da değişmiş

Az kalmış paydosa

Yine de geldim işte

Grev çadırında

Türkü söyleyişimi duymaya



(İçi Görünen Şiirler /2009)



Evin OKçuoğlu

8 Kasım 2010 Pazartesi

AYLARDAN AŞK OLSUN




nasıl gizlenir göz göze çakan şimşek

binlerce ışın kucaklaşır atılır öne

bedenler kıpırdamaz

duyulmaz ne gök gürültüsü ne yürek çırpıntısı

derin bir gözyaşı gölünde söner



kopkoyudur kıvamı aşkın, donar zaman

sevgili karşımızda olunca ansızın

gözden öze kılcal bir aşk yoğunlaşır

ellerimiz kavuşunca

yeryüzü sürüklenir

itilir çekilir boşlukta

gezegenler öper yüzlerimizi

aylardan aşktır yıllardan aşk

bir yaprak dansı olmalı bu

rüzgarla incitmesiz buluşmak

Evin Okçuoğlu

5 Kasım 2010 Cuma

HİPATİA


Hipatia

aç bağrımızı
kadınları tek tek çek yüzyılların içinden
Hipatia sorgula bizi 21. yüzyılda soyuluyor deriler hâlâ
kalemin pergelin var Hipatia öngörün ve duruşun var aşka
başka türlü olmak ne zor anlıyorum seni
ellerimizi tut Hipatia çıkar karanlığın körlüğünden bizi

ya da bırak soyulsun kabuklarımız tabular töreler soyulsun
yaralarımız dökülsün aksın irinler
bırak kalalım böyle
cehaleti silmiyor kendi yanıklarımızın ışığından başkası
bilmek de yetmiyor göğü, yıldızları
esir gözlerle baktıktan sonra

EVİN OKÇUOĞLU

4 Kasım 2010 Perşembe

YOKLUĞUNDA



kırık dökük birkaç sevinci iliştirdim yakama
soğuksa hava ellerini düşledim
karanlıksa yaktım yüreğimde
ışıttım bana bakışını
sayfalara dokundum
harf harf açan çiçekti sözlerin
kokladım sana en yakın kokuydu umut çiçekleri
onları da taktım yakama
yetmedi sevgili

çıkmaz yoldu yokluğun
karabasandı
biriken kötü haberdi kapıda
sevgili sevgili dedikçe
yapayalnız sokağın ortasında
açıldı yollar
kavşaklar ve tüm geçitler açıldı
su serptim yatıştırdım
toz duman yüreğimi

sevgili sana yazdım
seni okudum yokluğunda
karşıladım bilenmiş çağlamış düşlerini
karşıladım en yumuşak en sevecen edayla seni
dil aşkın diliydi
konuştum o dilden
soludum o dilden esintini
yokluğunda sevgili diyemedim içimde birikti
şimdi şiirlerimin her harfindesin
her simge özlem ifadesi
yürek dokuması harflerden kumaşı aşkın
yokluğun renginde seni oyaladım kıyısına sevgili

Evin Okçuoğlu

1 Kasım 2010 Pazartesi

UÇURUM SOHBETLERİ

UÇURUM SOHBETLERİ



Uçurumun kenarındaydık hepimiz. Konuşuyorduk. Yaşlısı genci, işçisi öğrencisi, çiftçisi köylüsü aynı dipsiz gibi derin, karanlık ve korkunç ortaçağ uçurumunun kıyısına kadar itelenmiştik. Ortaçağ deyince ürperiyorduk. Daha önce de bunun benzeri olmuştu demek... İnsanlık onurunun yok edilişi, köleleşme, cemaatleşme ve kavimler kavgalaşması bir tarih şeridi gibi geçti gözümün önünden. Bu ikinci baskıydı. Ama artık yaşanmışlığın üzerine tıpkısı olamazdı. Daha bu güne özgü ve daha yetkin bir planın kurbanları olmamızı tasarlamıştı düzenek. Önceleri geçmişten ders almalıydık sözleri boşunaydı. Konuşmamızı istedikleri gibi konuştuk bir süre... Özgürlük demokrasi dedik... barış dedik. Ulus devri bitti artık dedik. Bunları bize dedirtenler ulus kavramlarına sımsıkı sarılmıştı oysa. Onlar küresel faşizmin oyun kurucularıydı. Biz ise geriye kalan tüm insanlık... Ezilen sömürülen yoksul bırakılan açlıktan ölenlerdik. Ve hepimiz aynı uçurumun kıyısındaydık.

Aramızda düşünürler, fizikçiler, kimyacılar, toplum bilimciler vardı. Durumumuzun açıklamalarını yapan konuşmalar sdohbetler ile çareler bulup çevrelerindekilere anlatıyorlardı. Bir basınca karşılık kıpırdamadan yerinde durabilmek bir başarı diyenler olduğu gibi, basıncı geri püskürtmek için ileriye doğru hamle için kenetlenmiş bir blok itişten başka çare olmadığını dile getirenler de vardı. Çok mantıklı geliyordu bu fikirler. Ama bir türlü onca kalabalığı bir blok haline getiremiyorduk. Aramızda uçuruma çekiştirenler de yok değildi. Göz göre göre gücümüzü azaltan bu işbirlikçilere olan öfkemiz, bizi uçurumun kıyısına sürükleyenlere olandan daha az değildi.
Nasıl mı geldik biz bu uçuruma? Kişisel olarak tek tek bizlere dayatılan medyaya uyduk. İrademizi, bilincimizi teslim ettik, dizilere, eğlence programlarına. Kitaplardan uzaklaştık. Bilimden üretimden ve eğitimden uzaklaştık. Yoksullaştıkça birbirimize girdik, boşandık, intihara kalkıştık, öldürmeye kalkıştık ev halkından başlayarak kinimizi boca ettik çevreye. Üçüncü sayfalarına düştük gazetelerin. Saatlerce evlenme programlarından eş seçtik ve yemek eleştirisine kulak verdik yoksul sofralarımızda. Belleklerimizi sıfırladılar. Yurttaşlıkla ilgili inançlarımızı dinsel olan ile değiş tokuş ettiler. Yoksullaştırılmamız kaçınılmazdı bu ekonomik sistemde. Yoksullaşanların çaresizliğini satın aldılar. El açtıkça açlık terbiye ettikçe bizi, onurlarımızı kafamızdaki bitler gibi tek tek kırdık.
Geriye gidiş var dediler, o süreci de hafifsedik. İşten atıldık, içeri atıldık ama karşımızdaki düşmana karşı bir olup ileri atılmadık.
Düşman kimdi peki? Herkesin düşmanı farklıydı. Düşman öyle gizliyordu ki kendisini, asıl düşman nerdedir kimdir göremiyorduk. Düşman sanıp kimimiz Irksal kinler üretti, komşu etnik kökene diş biledi. Kimimiz kendi mezhebinden olmayana düşmanımdır dedi. Kimimiz sağcı bu dedi kimimiz solcu, bilmeden etmeden düşman oldu.
Dünya kapitalist sistemi ekonomik krizlerin en büyüğünü yaşıyor şimdi. Hayatın nesnel gerçekliği safları netleştiriyor. Hızla ilerleyen bir süreçteyiz. Hem uçuruma ilerletiliyoruz, hem de artık bilincimiz yerine geliyor, Uzun bir uykudan uyanır gibi mahmuruz ama açılan gözler artıyor. Her şey birbirine bağlı diyoruz şimdi. Kriz de işsizlik de yoksulluk da ahlak ve onurun yerlerde sürünmesi de...
Ağzında lafı geveleyenler var. Uçurum kenarında aramıza karışıp ağzında lafı geveleyenler neler neler diyorlar. Bu 21. yüzyılın kapkara uçurumunun tepesinde söyledikleri şeyler, itildiğimiz yerden güçlü bir hamle ile kurtulmamız için hiçbir katkısı olmayan hatta gücümüzü kesmeye yarayan sözlerdir. O sözlerin sahiplerini aramızdan dışarı çıkarıyoruz. Ayaklarımızı sımsıkı bastığımız yeri değil, az daha itilirsek düşeceğimiz uçurumu sevmemizi söylüyorlar. Karanlık sevicileri karanlık sözleri ile bir başlarına bırakıyoruz. Gelinen noktadan kurtulmak için herkes bir tarif veriyor. Bu kir seçimle temizlenmez diyoruz. Tarih birebir tekrarlanmasa da benzer sözler edenler olmuş geçmişte... Bunun gibi başka kara noktalardan kurtulma çareleri aramış insanlar. 16 Mayıs1919'da Balıkesir okuma yurdunda Leblebici Raşit efendi şöyle bir laf ediyor: "Amerikan mandası, İngiliz mandası, Fransız mandası ne demektir efendiler? Susurluk çayırında manda çok isteyen gidip alsın. Mandayla protestoyla düşman geri gitmez. Düşmanı durduracak kuvvet namlunun ucundadır."
İşçinin vatanı yoktur diye işgal edilen topraklara duyarsızlaştırma çabasında olanları da aramızdan ayıklamamız gerekiyor. İşçinin vatanının tüm dünya olacağı günlere ancak öyle varılır.
Savunulacak bir toprak da var, yüzyılların emek sömürüsünün açlığa ittiği insanlık da var. Hamur kabarmış. Yoğurup ekmek yapmak gerek. Tarihin tekrarı olmayan bir ekmek bu. PARİS KOMÜNÜ deneyimi gibi savaşıp ölen yoksul işçi köylü olurken iktidarı alan burjuvazi olacak değil bu kez. Muhteşem hatalar yapma lüksü yok insanlığın.
Kıyısında durduğumuz uçurumdan aşağı bakmayı denediniz mi hiç? Oradaki orta çağ da eskinin tekrarı değil, daha gelişkini; mobeseli tele kulaklı, zincir yerine manyetik bilezikli. Yani teknolojik bir ortaçağ. Ama değişmeyen şeyler de var bu ortaçağda: sömürü gibi, zulüm gibi, kan dökmek gibi, mantık dışılık gibi, bilim dışılık gibi... Bilimi din ile kucaklatmaya çalışmak gibi. Ama doku tutmaz. Boşuna çaba... Ne var ki, şu andan çıkış ile uçurumdan çıkış için gereken çaba arasında fark var. Ellerimizi kabaran hamura bulaştırma zamanı.

Evin Okçuoğlu