ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

19 Ekim 2015 Pazartesi

CİNAYET OLAN EDEBİYAT



CİNAYET OLAN EDEBİYAT –Tekellere Methiye Sanatı*

Evin Okçuoğlu

Bir film izlersiniz, çok beğenir ve hemen çevrenizdeki eşe dosta onlar da izlesin diye tanıtırsınız. Dostlarınızın sizin aldığınız tadı almaları dileğini, biraz da, bir annenin/babanın dışarıda yediği turfanda meyveyi evdeki yavrularına da tattırma arzusuna benzetebiliriz. Buna benzer duyguyu duyumsayınca okuduğum kitap hakkında yazma isteği duyuyorum. Daha önce B. (Bizim) Sadık Albayrak’ın Okuma Yazmanın Izdırapları adlı kitabı üzerine Berfin Bahar’da yazdım. O yazımda kitabı hangi amaçlarla okuyabiliriz konusunda şunları demiştim:
“Bana kalırsa en iyisi bu kitabı birkaç amaçla okuyalım okutalım… Evet yakın dönem edebiyat tarihi diye okuyabiliriz, genç bir okurun kitap okuma aşkının öyküleri olarak da bakabiliriz bu çalışmaya, ya da bence daha da önemlisi, gençler için okuma haritası diye bakmalıyız. Çünkü böyle bir haritaya çok ihtiyacı var toplumun…”
Şimdi okuduğum kitabı; Cinayet Olan Edebiyat’ı da yakın dönem edebiyat tarihimizi anlatmaya başlayan Okuma Yazmanın Izdırapları’nın bir devamı, tamamlayıcısı olarak görüyorum. Bu kitap, gerçekçi diyalektik materyalist bakış ile örneklerden yola çıkarak tüm tekellerin ideolojisinin edebiyat ürünlerine hak ettikleri eleştiriyi getiriyor.
Bizim Sadık, zaten ilk baskı serüvenini de anlattığı, ikinci baskı önsözünde, “Toplumsallığın çöküntüye uğratıldığı tekellerin ortaçağında buna karşı isyan etmeyen bir edebiyat, bu ortaçağın bir parçasına, üreticisine dönüşmüştür. Bunu göstermeye ve karşı çıkmaya çalışıyorum,” diyor; “günümüzde iktidar güdümlü her türden düşünsel etkinlik cinayete ortak olmak anlamına geliyor” diye ekliyor.
Kitap bölümleri: Nazım Hikmet’in Asimilasyonu, Şiirde Yenilik Diye Sunulan Gerilik, Edebiyatlaşan Cinayetler, Tekellerin Edebiyatının Bilinci ya da Eleştirisiz Eleştiri. Bu bölümlerde, edebiyatla yazar olarak ilgilenenlerin de, okurların da dikkatinden kaçmış olabilecek olaylar ve saptamalar var. Egemenlerin çürüyen edebiyatına eleştiri yanı sıra, kitapta ayrıca, gerçekçi edebiyata karşı tekellerin saldırıları, yaftalayıp değersiz kılma çabaları da anlatılmış.
Öğretmenler bilir, eğer anlatacağınız bir konuya iyice hâkimseniz onu birçok örnekle anlatır, basitleştirir, konunun deyim yerinde ise altından girer üstünden çıkarsınız. Bizim Sadık, bu yetkinleşmeyi ifade edişine yansıtmış. Kullandığı dil sıradan bir eleştiri yazısını aşıp yer yer estetik ifadelerle sürüp giderken, ister istemez fosforlu kaleminizle altını çize çize çalışmaya başlıyorsunuz. İşte onlardan biri sayfa 101de: “Yarasanın gözünü gereksizleştiren karanlık, toplumun üzerine, bilimin, bilincin gereksizleştirilmesiyle çöker.”
Bizim Sadık “düşman estetik” deyişine yer veriyor. Tekellerin edebiyatı; eğer tekellerin ideolojisine karşı iseniz, safınızı emekten yana bir edebiyat olarak seçmişseniz düşman bir edebiyattır. Yazar, “Düşman estetik” sözünün ilk kullanıcısı Nazım Hikmet’i; tekellerin, vakıfların Nazım Hikmet’ine çevirme çabasını anlatırken: “İki Nazım Hikmet var. Biri; anlamı daha iyi kavranacak, belirlenecek, Afşar Timuçin’in çok güzel ifadesiyle, sanatı kavgasının kavgası sanatının ürünü Nazım Hikmet’tir.
Öbürü, vakıfların Nazım Hikmet’i. Tekelci bir kültüre asimile edilmiş. Üç telli sazlara indirgenmiş, ideolojisiz, steril bir metaya dönüştürülmüş.” diyor.
Kitapta yer yer öyle önemsediğim ve günümüzde çok net olarak görüp yaşadığım gerçeklikler var ki, gazete makalesi olsa manşete taşırdım. İşte en önemlisini kısaca aktarıyorum: “Yoksullaştırma süreci kesintisiz bir süreçtir. Egemen ve alternatif sanat arasında kıyasıya mücadelenin bir yönüdür. Bugünün gelişmeleri, bu süreci hızlandırmış, daha kolay görünür kılmıştır. Raymond Williams, egemen kültürün, sürekli ‘doğmakta olan’ kültür öğelerini ‘bütünleştirme’ çabasını vurgular. (Raymond Williams, Marksizm ve Edebiyat, çeviren: Esen Tarım, Adam, İstanbul) ...egemen kültürün tuzaklarından biri, “doğmakta olan”ı sisteminkine alternatif olanı, ‘karşıt’ görünümlü ama özünde sistem içi bir öğeye dönüştürmektir. Özünde burjuva bir sanatı, alternatif sanat olarak yutturmaktır.”
Politikada da aynı şeyi yapmıyorlar mı? Kendiliğinden kalkışmış bir gezi olgusunu haziran’laştırmak, en yakın bir örnektir. Che’yi tişört üzerine taşımak, tarihsel değerlerimizi özleri boşaltılmış halde geçersizleştirmeye çalışmak da hemen akla gelenlerden…
Kitapta, Nazım Hikmet’ten sistem içi öğeleştirmeyi eleştiren “Maksim Gorki’ye Açık Mektup” şiirinden son bölümü okuyoruz. Lenin’i sevmek ile anlamak arasındaki farkı işlediği şiir, bizde de çok değerli eleştirmen yazar Asım Bezirci ardından sahte gözyaşları dökenleri anımsatıyor. Kitap ona da çeşitli alıntılarla yer vermiş. Okurken bu önemli yazarımızın ve diğerlerinin yakılışına öfke kabarmaları yaşarken, onları sadece sevmek değil anlamak da gerektiği bilincini pekiştiriyoruz.
Şiirle ilgili eleştirilerin olduğu bölümde ise politikadan kaçmakla sözüm ona özgürleştiğini sanan şairlere ve birinci ikinci üçüncü yeni değil aslında “geri”lere de diyeceğini diyor yazarımız. “Bir sanatçının ideolojisi yapıtının içindedir.” diyor. Ayrıca kategorilere değindiği bölümde “kategoriler ve kavramlar, eğer bilimsel bir yöntemle üretiliyorsa gerçekliği açıklar. Onlar da kategoriler kullanıyorlar, ‘toplum’ kategorisi yerine ‘millet’ kategorisini. ‘Sınıfsal insan’ yerine ‘milli insan’ kategorisini. ‘Birey’ kategorisi, ‘sınıf bireyi’ni reddetmenin kategorisi oluyor,” saptamasını yapıyor.
Yukarıda adını bir kez daha saygı ile andığımız Asım Bezirci SOLDAKİ SAĞCI sözünü kaç zaman önce kullanmış. İşte bu “soldaki sağcı”ların körlükleri ideolojiktir diyor yazarımız. Anlamsız, insansız ve gerçekdışı bir şiirin soldaki savunucularına ideolojik körlere karşı olmak, edebiyatta süren bir politika olmalıdır. Bizim Sadık bu konudaki duyarlı bilinçli duruşunu bu kitabında da sürdürüyor. 1995 yılında çıkardıkları “Sermaye Kültüründen KOPUŞ” adlı dergiden de belli oluyor bu… Günümüzde tavrı, tutumu adında olan böyle dergiler çok azaldı.

Okumazsak eksiklik olacağını düşündüğüm bu kitabın en önemli bölümlerinden bir paragrafı paylaşarak bitireceğim. Yıllar önce stk’lar yolu ile hoşgörü seminerleri veriliyordu. Neyi hoş görmemiz içindi o seminerler? Geçmişe şimdi buradan ve aşağıdaki paragrafın ışığında bakınca daha netleşiyor. Türbana hoşgörüydü, ilkelerimizin alaşağı edilmesine hoşgörü idi…
İşte o bölüm (s: 226): “İnsanı sinirleri, duyguları alınmış, tepkisiz, uysal bir sömürü yaratığına çevirmek isteyen tekelci sistemin entelektüellerinin en çok korktukları duygulardan biri öfke, yaşam ve başkaldırı belirtisi anlamına geliyor. Kuşkusuz, öfke bilincin aydınlığıyla donatılmadıkça kör ve anlamsız kalıyor. Ancak hiçbir kurtuluşun, haklı ve bilgili öfkenin itici gücü olmadan gerçekleşebileceğini sanmıyorum. Sömürü karşısında öfke, nefret duymayan insanın kurtuluş mücadelesinde yer alabileceğine inanmıyorum.”


*B. Sadık Albayrak, Doğu Kitabevi, Nisan 2015, 311 sayfa

10 Ekim 2015 Cumartesi

yavrularım


Liste



Liste

isim aramak listede
seçmen değil
vekil adayı değil
tanıdık bir isim

aramak ve rahatlamak
tanıdık yok diye
olası değil
ölüm listeleri
yaralı listeleri

ve kuyruklar
aş için kömür için değil
kan vermeye can verenlere

ve dizilmiş erkan
kınama erkanı
karanlıkla sınama erkanı
aydınlatılmayan hep karanlıkta
ampul erkanı

ve demeçler
birleşin demeçleri
saçılmış bedeni birleştiremez
özü karanlık demeçler
örtemez bedeni sahte sözler
afiş ile örtülmüş
sedyeleri pankart olan bedenler


Evin Okçuoğlu

8 Eylül 2015 Salı

ZAFER KUTLU YAZISI 2009

Sevgili arkadaşlar uzun bir süredir yazamıyorum.
Bölgemizdeki gelişmeleri dikkatle gözlemlediğimizde her geçen gün hızlanan bir sürecin yarattığı moment ile bölgesel bir çatışmanın içerisine doğru savrulmasını izlemekteyiz.
Irak ve Afganistan’da tam bir fiyasko ile sonuçlanan emperyalist güçlerin işgal politikaları bir yandan daha büyük başarısızlıklar ile sonuçlanırken aynı zamanda bölgedeki çıkarları ve projelerinden vazgeçmek gibi bir lüksü içerisinde barındıramaz hale geldiği için çaresizlik içerisinde köşeye sıkışmışlıkla dışarıdan doğru Türkiye’ye ciddi bir basınç oluşturmaktadır. Aynı sürecin devamcısı olarak içeride sorunların çözümsüzlüğünü kendi politikalarını malzeme olarak kullanan tekelci burjuvazinin siyasi iktidarı da ciddi bir sıkışmışlık içerisinde çıkış yolları aramaktadır. 30 yıldan bu yana devam ede gelen 50 000’i aşkın insanın canına ve yüz milyarlarca dolar maddi kayba yol açan savaşın taraflarından birisi değilmiş gibi bir yandan barış çığlıkları atarak ama öte yandan da dağdaki operasyonlarının şiddetini artırarak Kürt sorununa çözüm üreteceğine ilişkin nutuklar atanlar doğrudan doğruya sorunun çözümsüzlüğünden beslenen politikalara yatırım yapanların elini güçlendirmekte birbirleri ile yarışanlar konumuna gelmişlerdir. Bir taş ile birçok kuşu vurmayı hesap eden emperyalistler bir yandan bop projelerinin aksamadan yürütülmesini sağlamakta ve aynı zamanda barış çığlıkları atarak Kürt halkı ile Türk halkını milliyetçilik temelinde birbirinin boğazına sarılacak hale getirecek olan ve sivil yığınların da savaşa dahil olacakları milliyetçilik rüzgarını estirmeye devam etmekteler. Bu rüzgarın başlangıçta her iki tarafta da özellikle Kürt halkı içerisinde de özgürlük rüzgarı gibi algılanırken birdenbire sonuçsuz ve sadece emperyalizmin bölgedeki çıkarlarına hizmet edecek bir yönde esmeye başlaması halinde ülkemizdeki milyonlarca Kürt ve Türk emekçisi karşı karşıya gelerek kanlı bir boğuşmaya doğru sürüklenmesi işten bile değildir. Bunun ince hesaplarının çok önceden beri yapıldığını defalarca vurguladığımızı bu satırları okuyan herkes hatırlayacaktır. Milliyetçilik rüzgarının estirilmesiyle ortaya çıkan fırtına bölgesel bir güç haline gelmiş olan Türkiye’nin yeni roller üstlenmesi için de uygun iklimi sağlayacağını hisseden holdingci iktidar aynı zamanda bölgesel bir emperyalist devlet olmak ve bölge halklarının yaşadıkları yıkımlardan devşirilecek olan kaymaklı rantların öncelikli pay sahibi olmanın düşlerini kurmakta ve çekinmeden hem Türk halkını ve hem de bölge ülkelerinin halklarını felakete sürükleyebilecek maceraların taşlarını döşemeye çalışmaktadırlar. Emperyalizmin bölge politikalarındaki eş başkanlık misyonunu göğsünü kabartarak üstlenen siyasi iktidarın başı aynı zamanda bir yandan tekellere yaranmaya çalışırken bir yandan da kirli işlerini gördüren tekellerin kendinden ne zaman vazgeçeceklerinin muhasebesini yapmakla meşguldür.
Süreç ciddi basınçla karşı karşıyadır ve de tıkanıklığın burjuvazinin zorlayıcı müdahalesi ile aşılmasına çalışılmaktadır. Bu durum açıkça ortadadır. Dışişleri bakanının bölgedeki ülkelerin ilişkilerini düzenleyiciliğe soyunmuş olması. Ermenistan konusunun Kürt meselesi ile aynı günlere denk getirilerek gündeme alınması, Afganistan’da sıkışan işgalci güçlerin yardım bekleyen çığlıkları, Irak’ta bir iç savaşın eşiğine gelinmiş olması, ülkemizde ve bölgedeki halkların kendi topraklarında iktidarı elinde tutan işbirlikçi hükümetlerden giderek umudunu daha fazla yitirmiş olmaları, başlanmış olan işgal projelerinin bir türlü istenilen boyutta sonuçlanmaması, bölgedeki çıkarları itibariyle emperyalistlerin çok daha azgınca istekler ile halkları köşeye sıkıştırmaya çalışmaları, çatışmacı politikalarını gizlemek amacıyla barış çağrıları yaparken bir yandan da yeni çatışma cepheleri açmak üzere operasyonlara aralıksız devam etmeleri, bu arada bölgesel olarak ulus devletleri ortadan kaldırmak maksadıyla milliyetçiliğ i körüklerken aynı zamanda milliyetçi hareketleri kendi kontrolüne almakta da sıkıntılar ile karşılaşmaları aslında gerek bölgesel olarak gerekse küresel çapta emperyalizmin ciddi sıkıntılarla karşı karşıya olduğunun açık göstergeleridir. Bu durumda ortaya çıkabilecek herhangi bir aksaklığın kendisine maliyeti çok büyük olacaktır.
Emperyalistler bunun farkındadırlar. Bunun telaş ve kaygısını açıkça göstermektedirler. Özellikle ülkemiz bu anlamda özel bir öneme sahiptir. Bu güne değin birçok politikasını ülkemizde aksaksız yürürlüğe koyabilen emperyalistler aynı rahatlıkta yol almayan bop projesinde Kürtlere biçtikleri rolün akıbetinden emin olamamaktadırlar.
Bu ciddi bir sorundur. Irak’ın kuzeyinde bu sorunu işbirlikçi derebeyi Barzani marifetiyle emekçi Kürt halkı üzerinde baskı ve zulüm uygulayan Barzani marifetiyle geçici olarak kendi lehine düzenleyen emperyalistler aynı çözümü ülkemiz topraklarında yaşayan Kürt halkı üzerinde rahatça uygulayamamaktadırlar. Burada Kürt halkının temelde Türkiye’nin kuruluşunda emperyalizme karşı verilen anti sömürgecilik mücadelesinin başarılmasında Türk halkı ile birlikte mücadelenin içerisinde yer almış olması önemli bir etkendir. Ayrıca Kürt ve Türk halkının işçi sınıfı ve tüm emekçileri Türk ve Kürt burjuvazisi ve ağaları tarafından etnik ayrım gözetilmeksizin sömürülmüşlerdir. Emekçi yığınlar bunun farkındadır. Bu sebeple etnik ayrımcılık hamleleri istenilen sonucu yaratmadığı için emperyalistler ciddi rahatsızlık duymaktadırlar. Bu sebeple son çare olan kozlarını da uygulamaya koyarak düne kadar ve bugün halen daha savaş devam ederken "Kürt açılımı" adı altında hamleler yapmak zorunda hissediyorlar kendilerini. İşte tam da burası basıncın dayanılmaz olarak zorladığı yerdir. Sebep açıktır. PKK nın tasfiyesi sorun olmaktadır. Milliyetçiliğin körüklenmesinde ciddi olarak iç politikada malzeme olarak kullanılan dağdaki PKK güçlerinin bugün varlığı önemli sorunlara sebep olmaktadır. Barzani denetimli militarist güç olarak emperyalistlerin planları gereği iktidara oturtuldu.
Türkiye topraklarında ortaya çıkacak yeni bir oluşum söz konusu olduğunda kimin insiyatifinde olacağı belli olmayan bir gücün askersel varlığı hem emperyalistler açısından ve hem de bölgesel çıkar hesapları yapan bir Türkiye burjuvazisi tarafından tehdit olarak algılanmaktadır. Bu sebeple PKK nın tasfiyesi önemli ve öncelikli görünmektedir.
Kendi halkının var olma mücadelesinin bayraktarlığını yapmış olan PKK nın politik yollardan tasfiyesi mümkün görünmemektedir. Varlığı ise öncelikle Kürt halkı üzerinden bölgesel hesap yapanları ciddi olarak rahatsız etmektedir.
Bu durumda PKK nın eli giderek güçlenmektedir ve Kürt halkı üzerindeki etkisi giderek daha da artmaktadır. Bölgesel emperyal planların beklemeye tahammülü kalmamıştır. İşte bir sıkışma noktası daha ortaya çıkmaktadır.
Bu durumun doğru tanımlanması ile Kürt halkının emperyalizme karşı duruşu belirginleşecektir. Bu arada Kürt burjuvazisinin önünü açmak için politik arenada oynayanların ihaneti Kürt ve Türk halklarının çıkarlarının ortaklaşmasının önünü daha da açacaktır. PKK da bu durumda kendi durumunu buna göre belirlemek durumunda kalacaktır ya da yalnızlaşıp yok olmaya doğru gidecek olan marjinalleşme yoluna sapacaktır.
Onurlu ve halkların yararına olan bir barışın yolu emperyalist politikalara ve onların yerli işbirlikçileri ile kol kola yürüyenlere karşı duruşun belirginleşmesi ile gelecektir. Yaşamın her alanındaki gibi burada da ayrışma kurtuluşun önündeki engelleri kırıp parçalayacaktır.Türk ve Kürt halklarının kurtuluşu işte buradadır.
Emperyalizmin inine tıkılmasına giden yol buradan geçecektir.
Hepinize sevgiler
08-09-2009
Zafer Kutlu

24 Temmuz 2015 Cuma

OKUMA YAZMANIN IZDIRAPLARI



OKUMA YAZMANIN IZDIRAPLARI, B. SADIK ALBAYRAK
Adet olmuş, önce kitabın 365 sayfa, yedi bölüm ve Doğu Kitabevi yayınlarından çıktığını belirterek başlamalıyız. Bölüm başlıkları: Umut ve Öfke Atlası, İşçinin Sesini Duyuranlar, Emekçinin Türküsünü Okuyanlar, Bugündeki Tarihi Arayanlar, Ayışığında Görünenler, Okuma Yazmanın Tuzu Biberi ve Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) Kavgası… Aslında yazar önsözde, kitabı tanıtacak olanlara çok az söz bırakırcasına derdini anlatıyor. Tanıtım yazılarına pek bir diyecek söz bırakmıyor. O nedenle bu değerli çalışmayı neresinden kavrayarak sunsam diye epey düşündüm.
Ülkemizde yazar olmadan önce iyi bir okur olma sürecinde, birçok kişinin el yordamı ile bin bir zorlukla kitaba erişme öykülerini okumuşuzdur. B. (Bizim) Sadık da böyle bir süreci anlatıyor. Ne var ki bu sürecin devamında iş değişiyor. Anlatılan şey, kişisel okuma serüveninin arka planından ön planına geçen Türkiye’nin yakın edebiyat tarihinden bir kesite dönüşüyor.
İyi hoş, tabii ki dönemin değerli yazarçizerleri ile yollarının kesişmesi, onlarla tanışmak için bu yolları kesiştirmeye çabalaması anlaşılır şeylerdir. Ama burada da kalmıyor yazarımız.
Bana kalırsa en iyisi bu kitabı birkaç amaçla okuyalım okutalım… Evet yakın dönem edebiyat tarihi diye okuyabiliriz, genç bir okurun kitap okuma aşkının öyküleri olarak da bakabiliriz bu çalışmaya, ya da bence daha da önemlisi, gençler için okuma haritası diye bakmalıyız. Çünkü böyle bir haritaya çok ihtiyacı var toplumun…
Yazar, yazarımız demek yerine Bizim Sadık demeyi seçtiğimi fark ettiniz sanırım. İdeoloji yerine de “düşüngü” diyeceğim. Bizim Sadık’ın kendini konumlandırdığı düşüngüsel safını “İktidarın alkışçısına dönüşerek zenneleşen yazar intihar etmez ama aklı ve sanatını öldürmüştür. Zenneleşerek canını kurtarmıştır ama yaratıcılığını, insani bir dünyanın umut ve öfkesini öldürmüştür.” deyişinden daha önsözde algılıyoruz. O, “Okuma yazma, daha iyi bir kişilik kurmak, insanı umut ve öfkeyle ileriye götürmek için değilse neye yarar?” diye de soruyor. (s: 14)
Böyle bir düşüngü sahibi, doğal olarak postmodernizmin eleştirisini de yapacaktır. “Edebiyat çok siyasi bir iştir,” (s: 37) dediği bölümcede devrimci bir edebiyat yapayım derken burjuva toplumsal bilincinin edebiyattaki öğelerine kapılanları uyarıyor.
İlerleyen bölümde, Bizim Sadık’ın yolu İnsancıl Dergisi ile buluşuyor. Cengiz Gündoğdu ile günümüze kadar yol arkadaşlıkları sürüyor. Eminim sermayenin star sistemine dahil olan yazarlara geçersizdir diyerek eleştiren bir derginin mutfağında olmak çok önemli birikimler katmıştır. Cengiz Gündoğdu’nun Estetik Kalkışma adlı kitabından bir alıntı var. Okurken ben de not etmiştim, Bizim Sadık da kitabına alıntı olarak almış: “Taş yontması, Pratik Kalkışması’dır. Attığı taşın nasıl olup da düştüğünü bulması Bilimsel Kalkışması’dır. Yonttuğu taşın sapına gül yapması Estetik Kalkışması’dır. Yaşamın anlamını araması Felsefi Kalkışması’dır.”
Bana kalırsa bu kitap sadece okuma serüveni, yakın edebiyat tarihi ya da gençlere okuma kılavuzluğu etme okuma haritası çıkarmanın ötesinde bir yerdedir. O yer; gerçekçi edebiyat savaşımında hem burjuva sanatı safları ile hem de solda olduğunu varsaydığımız “emekçi sınıflar adına köşeleri tutmuş bazıları” (s: 82) ile olan savaşımdır. İşte asıl benim değerli bulduğum kısım da burada…
“Kitap hamalı, ömür boyu öğrenci”mizin okuma yazma coşkusu onu ikinci önemli öğretmeni, “bilimi hep heykel yapma olarak düşünüyorum.” diyen ve “sözcüklerden heykeller yapmaya çalışan”  Yalçın Küçük ile buluşturuyor. İlginç bir hesap işleri bölümü var. Yalçın hocamızın yılda 2 kitap yazdığı ve her kitap için kaç yıl yattığı ile ilgili… Hal böyle olunca, Yalçın hocaya yorulmak bilmez bir fikir jeneratörü demekte çok haklı. Bizim Sadık, bunca gelişkin düşünce ürünü kitabın sahibi Yalçın hocanın en çok yakındığı şeyin “düşüncelerinin yeterince eleştirilmemesi ve tartışılmaması” olduğuna değinmiş. (s: 95) Aslında bu sessizlikle yoksanmak, tüm gerçekçi edebiyat eserleri verenlerin de kaderi… Yalçın hocanın son kitabı Çıkış’a “televizyonla rekabet eden kitap” (97) dediğini okuyoruz. “Tekeliyet” morgundaki insanı çimdikleyip aklını uyarma adına yeni yollar arıyış, tüm gerçekçi edebiyat ve bilim emekçilerinin çabasıdır.
Yaşantısı boyunca düşüngüsünden bir milim sapmayan Bizim Sadık bakın ne diyor: “Kitabevlerinin kapanıp yerine kebapçı dükkânlarının açıldığı bir toplumda işçinin yazarı, ancak sosyalist dünya görüşüne bilinçle bağlı, inatçı, sabırlı bir yazar olabilir.” Şu anımızın umutsuzluğa kapılan yazarlarına çare olarak da “Yüreğindeki ateşi harlandıracak kaynağı hayatta bulamıyorsa; bilimde, felsefede ve insanlığın sanatsal birikiminde arayacak, tarih bilinciyle pekiştirerek eserler vermeye devam edecek.”
Bizim Sadık, aynı düşüngü ile gerçekçi edebiyat yazarlarımızın eserlerine değine değine çizdiği okuma haritasının bir yerinde Kemal Bekir’in eserlerinden “Umutmamak”tan söz ederken “sanat dünyamızın etkin insanlarının portresini çiziyor” (s: 136) demiş. Kendisi de OKUMA YAZMANIN IZDIRAPLARI’nda sadece “etkin insanların” portrelerini çizmekle yetinmiyor, devrimci bir edebiyatın yolunu tıkayanları da çarpılayıp karşılarına dikiliyor.
Sovyet eğitimcisi Makarenko’nun Yaşam Yolu kitabı ile Köy Enstitüleri eğitimi ve oradan yetişen edebiyatçıları anlattığı bölümler bir çeşit Köy Enstitüleri çalışması olarak okunmalıdır.
Şiir ile ilgili bölümün ardından Brecht’e ve sonra günümüze damgasını vuran önemli olaylara sıra geliyor. Bizim Sadık bu bölümde “Charlie Hebdo’nun çizer ve yazarlarını eleştirel aklından dolayı katleden silahla, sözde felsefe, bilim ve edebiyatla aklı ortadan kaldıran postmodernizmin bağını,” göstermekle en önemli işi yapıyor. “Araçlar ve silahlar farklı, aydınlanma ve insan aklına düşmanlık ortak,” (s: 239) diyerek safını/ safımızı en kesin dille söylüyor. Kitabın en önemli işlevlerinden biri de bu bakışın tarihe not olarak düşülmüş olmasıdır.
Bizim Sadık’ın safı meta üreten düzene karşıdır. İnsanı “iş hayvanına” indirgemeye karşı duran bir edebiyattır gerçekçi edebiyat… Biliriz ki: “Toplumsal gerçek, böyle gördüğünü belgeler; emperyalizm ve tekeliyet çağında bütün dünyada, insanı, ‘iş hayvanına’ indirgemek için kanlı savaşlar, akıl bitirici medyalar, aç düşürücü kıtlıklar tezgâhlanır.” (s: 259) İş hayvanına ölümü reva gören bu sistemin iş kazalarına ambulans yerine imam göndermesini gözlemliyor, bunu edebiyat birikimlerinden bilgece süzüp eliyor. Sabahattin Ali’nin sarayın sonunu haber veren “Sırça Köşk”  eseriyle birleştiriyor, ölmeden mezara konanların bir gün mutlaka hak ettikleri cevabı alacaklarına olan inancını kitap boyunca bize duyumsatıyor.
Gerçekçi edebiyat savaşımı, kalkışması kitabın son iki bölümünde ete kemiğe bürünmüş: Benim de kınama imzacıları arasında olduğum, Orhan Pamuk eleştirisi sırasında Bizim Sadık’ın saldırıya uğraması olayını etraflıca işlemiş… Son bölüm edebiyatın köşe tutucularına karşı duruşun savaşımını tarihe not düştüğü bölümdür: TYS seçimleri sürecinde verilen mücadele…
Benden söylemesi, bu kitabı okurken yanı başınızda kitap ve yazar isimlerini not edeceğiniz bir kalem kâğıt olmalı…  Kitap bitince elinizde kitaplığınıza katacağınız yeni kitaplar listeniz olacak.
Evin Okçuoğlu

 Berfin bahar dergisinde (temmuz 2015) yayınlanmıştır

17 Mayıs 2015 Pazar

demir tozları



DEMİR TOZLARI
“Herkes elini vicdanına koysun. Çocuğumun gözünü çıkarttılar. Plastik mermiyi atan polis çıksın ortaya. Gereken yapılsın.”
Annem televizyonda bu sözleri söyleyeli yıllar oldu. O zaman daha iki ameliyat olmuştum ve bir diğer ameliyat da gündemde idi.
Eğer o anda o kanalı izlemediyseniz körlüğümden haberiniz olmadı.
Adımın Barış olduğundan, yaşımın da 16 olduğundan habersizsiniz.
Bunları neden anlatıyorum? Bana acıyın diye değil, annemin acısını paylaşın diye de değil…
Eğer gazete okumuyorsanız, eğer okuduğunuz gazete plastik mermilere, mermilerin hedeflerine yer vermiyorsa bana isabet eden ve gözümü çıkaran mermiyi de bilemeyeceksiniz.
Aradan yıllar geçti. Her bir mayıs anması gözümün birini yitirişimin yıldönümü oldu.
O yıllarda gaz fişeklerinin kapsülleri başına saplandığı için ölen, gazdan kriz geçirip ölen genç insanlar da oldu. Hepimiz ortak paydamız olan diktatörce tutuma ve sömürgen düzene karşıyız diye sokaklardaydık.
Siz yoktunuz. Ama biz sizin için de oradaydık.
***
Yazının buradan sonrasını bulamıyordu. Kâğıtları toparladı. Dedesi kurtuluştan önce başlayan o direnme kıvılcımlarında gözünü kaybetmişti. Süreç direnmeyi savunmayı aşmış ve mücadeleyi kızıştırmıştı. Emekçilerin de katılımı ile zafere ulaşan mücadele şimdi geriye baktığında Duycan’a çok incelenesi geliyordu.
“Ne kadar gelişi güzel ve kendiliğinden başlamış başkaldırı…” diye mırıldandı.
Dedesi elinden kalemi ve düşüncelerinden güzel günler inancını hiç bırakmamış, sanki Duycan’ın annesine de genleri ile bu düşünceleri aktarmıştı.
***
Dedemin ömrü ve annemin gençlik dönemi savaşla sonra da yepyeni bir düzenin kuruluşu ile geçmiş ve ben şimdi onların kurup geliştirdiği bu özgür ve eşitlikçi dünyanın havasını soluyorum. Kuraklık yıllarını kuzeye yerleşerek aşmaya çalışmışlar, bireysel yaşantılarını sürdürmek için çok şeyden vazgeçmişler. Bazı şeyleri de hayat zaten ellerinden almış. Sonra onca duyarsız insan dedikleri kalabalıklar bir anda cıva taneleri gibi birleşmiş, hepsi sanki mıknatısa yakalanmış demir tozları gibi mücadeleye çekilmiş. Sonra yetmemiş, komşu ülkelerin de cıvaları, demir tozları aynı kaçınılmaz mıknatısla mücadeleyi yükseltmişler. Artık onlar komşu ülke değil. Hepimiz aynı sınırların içinde insanlık ailesiyiz.
Dedemin yazmaya başladığı kâğıtlara bunları da ekleyip tamamlasam, kaybettiği gözün bu günlere kavuşmamız için başlayan topyekûn mücadelenin bir parçası olduğunu eklesem…
Tarih sayfaları kolay yazılmıyor. İlerde bilim akademileri için kaynak oluşturacak diye o kâğıtları gözü gibi saklayan anneme o sayfaları şimdi devrim tarihi müzesine teslim etmek üzere olduğumu söyleyebilmek isterdim.
O kuruluşun öngününde beni doğurdu ve mücadelenin zaferle sonuçlandığını görüp yaşamını yitirdi. Babam, şimdi Fabrikanın maden inceleme araştırma bölümünde çalışıyor. Yer altı örgütünden yer altı araştırmacılığına… Ben de Fabrikanın gençlik kümesindeyim.
***

O yıllarda gözünü yitirmiş aile büyüklerine sahip olmanın onurunu madalya gibi taşıyor Duycan. Ya onca acı boşa gitseydi diye geçirmiyor aklından. Devrimin kaçınılmaz olduğunu şimdi herkes biliyor.
Duycan’ın gülümsemesi dedesinden kalma… Yüzünde hep dengeli bir duruş var. Bir yanı sevinçle azimle yeniyi koruyup geliştiren, diğer yanı eskinin acılarına duyarlı…

Evin Okçuoğlu