ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

18 Aralık 2010 Cumartesi

BAĞLAMA ZAMANI




baş yerde ise
büker beli
ev halkı değil
sırtındaki kamburun nedeni
dünya sömürgeni

ey ürkek yürek düşük omuz
şimdi ağlama değil
bağlama zamanıdır ileri

başı gözü silkinip kaldırınca
görüp anladıkça çarkı çileyi
bağlama zamanı şimdi
sınırdan sınıra can havlini
ülkeden ülkeye kabaran toprağa

sazın telini kulak pasına
yanık türkülerden koparıp düşleri
bağlama zamanı şimdi
gürül gürül sesimizi marşlara

günlük hınçlarımızı da
ağıtları anıtları ile alıp tarihi
açık yaramızı da tutup yakasından
şimdi ustalık büyük kavgaya bağlamada

vahşi devin dişlisini
soluk kesen son greve bağlama zamanı
dünü bugüne bugünü yarına
bağlamları birbirine ekleye ekleye
oturta oturta yerine kavramları
ayrık otunu ayıkladıkça
emekçi sınıfların gücünü
sonsuza bağlama zamanı

EVİN OKÇUOĞLU

15 Aralık 2010 Çarşamba

Facebook (3)




DAR ZAMANLAR

durmuş bir saate gömmek istiyorlar bizi
günde iki kere aşkı gösteriyoruz
ışık hızında kavuşmalarımız bir an gibi sonsuz
saatler çürüyor sensiz ve durgun
yeşil kalan yapraklara şaşıyor sonbahar
kış aldırışsız savuruyor karı
kediler giriyor kapı arasından
hayra yoruyor kadınlar
bakışlarımız değmiyor birbirine
ne var ki sevgili akacak zaman yeniden
akrebi yelkovanıysak bu sürecin
donuk kristal zamanları geçeceğiz hızla
kar altından çürümüşlük yeşertecek yeniyi
ne kadar daralırsa kapılar
o kadar güçle akacağız sel gibi

14 Aralık 2010 Salı

...




KIRIK PENCERE CAMLARI

İÇERİSİ YUVA

DIŞARISI BEN


EVİN OKÇUOĞLU

12 Aralık 2010 Pazar

DANS




Hırçınlığım lacivertti gökte yağmur öncesi
Beyaz dantelli masalda saklı hoyrat ellerim
Kabarır eteklerimden öfkem, bedenim susmayan şarkı.

Başı döner dünyamın, dansımdan isyan doğar
Adımlarım çarpar yere, acır geçmişim
Dağların tozu sinmiş yağmur suyu akar koynuma

Sesimi duyarsın, sızlayan, boynu bükük
sesimin okul dönüşü yakası bağrı açık
sesim kaybetmiş misketini, saç örgüsü sökük

Çocuklar mektuplarla var, göç eder kıtalar
Anayım ana dilde ağlarım, ak düşer, yaş düşer
Düşmez başım, bakışımdan kabarır dalgalar.

Evin Okçuoğlu

11 Aralık 2010 Cumartesi

KIŞ KAPIDA


akşam haberleri biter
kış kapıda der spiker
sabah olur
pencerede tıkırtısı kışın
fırtınadır kar borandır
savrulur taneler
sensizdir yine ilkkarın coşkusu alınmış hüznü
yine şarkılar üşüşür, sonra şiirler
yine her zamanki gibidir ıssızlığım
sorsalar seni
kış kapıda işte gelmişsindir
direnen ağaç dalıdır yüreklerimiz
aşkın kar fırtınasına
yerler beyaz döşek olmuştur
düşlerde yuvarlandığımız kışla kavuşma
rüzgarın fısıltıları büyür kulağımızda
aşk mıdır o bilemeyiz önce
yaprak çırpıntıları geçirir yürek
dallarımızla direnir dururuz bazen
kırılıp dökülürüz ve biliriz kıştır bu
ne kaçarız ne karşılarız
öylesine bekler sanırız kışı kapıda
savrulsak da aşktan yana
dirensek de boşuna
göklerin döktüğü ilkkarı karşılarız
ıssız pencerelerde
memleket haberleri yine kasvetlidir
okumak gelmez içimizden
buz gibi sözler yıkılır karşımızda
çatlar göz yaşı göllerimiz
yokluğunda sevgili düşü ile titremektir diye
ayazı severiz rüzgarı hissederiz ölesiye
daldırırız başımızı buluta
yeryüzüne aşk eritiriz

Evin Okçuoğlu

5 Aralık 2010 Pazar

SORUMLULUK DUYGUSU GELİŞMİŞ BİR AYDIN: ASIM BEZİRCİ*





SORUMLULUK DUYGUSU GELŞMİŞ BİR AYDIN: ASIM BEZİRCİ*
Bugün burada yalnızca dört dörtlük bir edebiyat adamını değil, aynı zamanda ve öncelikle sorumluluk duygusu da iyice gelişmiş katıksız sosyalist bir aydını konuşacağız.
(…) Parasız yatılı okuduğu Erzurum Lisesini pekiyi dereceyle bitirip İstanbul’a üniversite öğrenimi görmeye gider. Nice umutlarla geldiği İstanbul’da edebiyatın kaynağı burasıdır diye edebiyat fakültesine yazılır. Karşılaştığı uygulamalar, tanık olduğu çelişkiler bu duygulu ve erken uyanmış insanı çıldırtır adeta. Bozguna uğradığını, Türkolojiyi bırakıp başka bir bölüme geçmeyi bile istediğini anlatır daha sonra. Ama gerçekleştirmez. Bir yıl okumuştur ve bu bir yılına kıyamamaktadır. Çok güç koşullarda sürdürmektedir öğrenimini. İstimlak bekçisi olan dayısının yanında kalmakta ve Kızılay aşocağında karnını doyurmaktadır; pek çok akranı gibi… Yazları Unkapanı’nda, köprü başında soğuk su ve limonata satmaktadır. Üniversitenin ikinci yılından itibaren yavaş yavaş sol düşüncelerle tanışmaya başlar. Bu dönemde bulabildiği sol dergi ve kitapları yutarcasına okur; Bunlar Bezirci’nin ufkunda yeni bir pencere açılması demektir aynı zamanda. Lisede okuduğu pek çok edebi kitap ve yaşadığı duygusal ortam nedeniyle şiirler yazmış, hatta bir öyküsü lisedeyken, Erzurum’da yerel bir gazetede yayınlanmıştır. (…)
Üniversite öğrenciliğinde ve hemen sonrasında sol politik düşüncelere duyduğu eğilim ve bununla yetinmeyerek katıldığı örgüt üyeliği, yıllar süren soruşturmalar, tutuklamalar ve yargılanmalar getirmiştir Bezirci’nin hayatına. Böylelikle hayal ettiği öğretmenlik mesleğine değil de, hiç bilmediği, bilince de hiç sevmediği muhasebecilik alanında yirmi sekiz yılını harcamıştır.
Bekçi dayısının evinde kalan, Kızılay aşocağında karnını doyuran, köprü başında soğuk su ve limonata satan ve sosyalist düşünceye ilgi duyan Asım Bezirci, yaşamında bir devrim daha yapıyor, kendi kendine Fransızca öğrenmeye kalkıyor… Edebiyatımızda böyle bir gelenek vardır. Hemen birkaç isim sayalım. Peyami Sefa’dan Cemal Süreya’ya dek pek çok edebiyatçımız, koleje, yurtdışına gitmeden, kendi kendilerine yabancı dili, özellikle de Fransızca’yı öğrenmişlerdir. Öğrenmekle kalmamış, oturup öğrendikleri bu dilden Türkçe’ye çeviriler yapmışlardır. (…) Asım Bezirci pek çok kuramsal kitap yazmış ve çevirmiştir. Bunların yanında, son yüzyıllık edebiyatımızın hemen bütün köşetaşı değerleri için birer kitap hazırlayarak, geçmişini bilen, onunla övünen, elbette onlardan farklı ve ileri düşünüp üretecek kuşağa bir arşiv armağan etmiştir.
Sorumluluk duygusunun nice önemli olduğunu boşuna söylemedik. Bakın edebiyat ve eleştiri anlayışını nasıl açıklıyor Bezirci: “…Bağlandığım bilimsel sosyalist dünya görüşü, eleştirinin de aynı bilimsel temele oturtulmasını gerektiriyordu.”
(…) “Benim bağlandığım eleştiride ise yaratıcılık şurada olmalıdır: Sanat eserlerini iyi kavramak, doğru çözümlemek, gerçeğe uygun olarak yargılayabilmek için yaratıcı olmak.
Bu da yeni yöntemler bulma, yeni ölçütler koyma, yeni yorumlar getirme yolunda yaratıcılık olmalıdır. Çünkü eleştirmenin kendisinin bir sanat eseri yaratmaya kalkışması, önündeki sanat eserini bahane ederek, ondan kalkarak kendisinin yaratıcılığa özenmesini doğru bulmuyorum.” Asım Bezirci bu düşüncesini şöyle açıklıyor: “Gerçi eleştirmen, yargısını verdiğinde iş olup bitmiştir, eser yayınlanmıştır, ama yazarı ondan sonraki ürünlerini verirken sözkonusu eleştiriden yararlanabilir. Ayrıca öbür yazarlar da bu eleştiriden yararlanabilirler. Kendi eserlerini yaratırken o eleştirinin getirdiği verilerden yola çıkabilirler.” Asım Bezirci eleştiride varmak istediği amacı şöyle açıklıyor: Türkiye’nin toplumsal, kültürel koşullarına uygun bir sosyalist edebiyat kuramı oluşturmak… Ayrıca kitlelerle bütünleşmek, onların bilinçlenme sürecini hızlandırmak için neler yapmamız gerektiğini ortaya çıkarmak.”
Asım Bezirci ile 1960’larda tanıştık. (Bu tanışma sanırım değerli ozanımız Hasan Hüseyin’le birlikte olmuştu…) Az görüşsek de birbirimizi sevdik, güvendik ve bağlandık. Daha iki yıl olmadı, onunla bir konuda telefonla konuşmuştum. 1930’lu yılların ünlü yazarlarından, pek çok toplumsal içerikli kitaba imzasını atmış Nezihe Muhittin’le ilgili kaynak arıyordum. Yurtdışında yaşayan bir dostuma gerekiyordu. Birkaç gün sonra Bezirci, sağladığı bilgileri bana göndermişti.
Bu çalışkan ve değerli dostumuz, bir söyleşide kendisinden söz ederken yine sözü getirip eleştiriye bağlıyor: “Ben bir halk çocuğuyum. Hiçbir şeyi kolaylıkla elde edemedim. Her şeyi arayarak, uğraşarak elde ettim. Ve bağlandığım dünya görüşü nedeniyle bir sürü acıya katlandım. Bu iki yaşantı bende şu eylem biçimini yarattı: Sürekli olarak çalışmak, direnmek, aramak ve yılmamak… Öyle sanıyorum ki, yalnızca yaşamanın değil, eleştirmenin de genel bir davranış yolu olabilir bu.”
Çok yıllar önce Bezirci’nin yazdığı bir şiiinin son dörtlüğünü okumak istiyorum:

“Anasız taylar gibi yalnızım
Yorgunum uykusuzum susuzum
Bir acı alev sanki akan
Kan yerine damarlarımdan”
Barış, kardeşlik, özgürlük, adalet… Asım Bezirci’nin cümle özlemi bu sözcüklerde ışımaktadır.
Erzincan’ın yoksul bir mahallesinde toprak damlı tek göz bir evde Refika hanımla demiryolu işçisi Hamdi bey’den 1927 yılının “kiraz ayı”nda doğdu Asım Bezirci… İki Temmuz 1993’te, doğduğu kente yakın Sivas’ta, nice canlarla birlikte katledildiğinde 66 yaşındaydı ve 70 kitapta imzası vardı… Doğru, dosdoğru yaşama serüveni özenilecek sorumluluk duygusu pek çok örneklerle doluydu.
REMZİ İNANÇ
*68LİLER BİRLİĞİ VAKFI’NIN 26 NİSAN 1994’TE ANKARA SANAT TİYATROSU (AST) SALONUNDA DÜZENLEDİĞİ “ASIM BEZİRCİ’Yİ ANMA TOPLANTISI’NDA REMZİ İNANÇ TARAFINDAN YAPILAN KONUŞMANIN GENİŞ BİR ÖZETİDİR.


Değerli ağabeyimiz, Remzi İnanç'ın isteği ile KURGU kültür merkezinde ASIM BEZİRCİ' Yİ anma gününde okuduğum yazısıdır. (5. Aralık 2010)

25 Kasım 2010 Perşembe

ÇAY BAHÇESİ



en çok yakışan giysimizdi gençlik
aşk sayfamız daha tabula rasa
karşı masadaki bakışların uçurumu
sessiz kovalamacada son nokta
gözümüzü kaçırdıkça çağıran

şimdi bütün özlemlerimizi kuşanıp
geçiyoruz çay bahçesinin en kuytu masasına
yumuşacık bir tat kalıyor damakta
her yudumda buruk ama demli
o yudumdan sonra hazır dudaklarımız
aşk sözlerini bir bir sıralamaya
gözlerimizle okşuyoruz eldeğmemişliği

ekoselerini seviyoruz örtülerin
kül tablalarından aldırışsız uçuşlarda kül
külden bir sahnede tenimiz ürperiyor
dilimizin ucunda ha desek diyeceğiz
ve bir kıyısında bahçenin ille de deniz
dizlerimiz buluşunca masa altında
yorgun düşer ağaç gölgesinde bitimsiz düşlerimiz

Evin Okçuoğlu

20 Kasım 2010 Cumartesi

FARKLILIKLAR ZENGİNLİK MİDİR?




FARKLILIKLAR ZENGİNLİK MİDİR?



Farklılıklar zenginliktir söylemi üzerinde biraz düşünelim. Kulağa hoş gelen bu sözlerin kimlerin ağızlarından ne amaçla çıktığına bakalım.

İdeolojik farklılıkların zenginlik olduğunu söylemek, ideolojileri birbirine bulaştırıp yozlaştırmaktır. Yani kapitalizm ile sosyalizmi kardeşleştirip, kapitalizm bahçesinde oynatmaktır.

Etnik farklılıkların zenginlik olduğu doğrusundan yola çıkıp, yanlışa vardırarak emperyalist tuzaklara düşmek ve sömürüyü kolaylaştırıcı kavimlere bölünmenin yolunu açmak da doğru tutum değildir. Postmodern yöntem hep böyle yapar. Bir doğrudan başlatır bizi, ve sınıfsal temeli yok sayarak yanlışa vardırır.

Dinsel farklılıklara gelince, medeniyetler buluşması gibi sözlerle cemaatleri bir düzenek altına toplama çabaları izliyoruz. Devletlerin dinlerden eşit uzaklıkta ve din işlerine karışmaması savunulacakken, yapılmakta olanlar ilginçtir. Sünniliği olduğu gibi Aleviliği de devlet kapısına bağlama çabaları gösteriyor ki onların dilindeki zenginlik sadece zapt u rapt altına almak içindir.

Farklılıkların zenginlik olacağı günlerde, etnik kinler, sınıf kini ile dünyayı değiştirenlerce sonlandırılmış olacak. Şimdi kulağa hoş gelen her söylemin nasıl faşizme malzeme olduğunun yaşandığı kritik günlerdeyiz.

Farklılıkların zenginlik olduğu genel doğrusunu ve buna benzer birçok doğrumuzu alıp emperyalizmin malzemesi olarak kullananlara karşı sürdürülecek mücadelede netlik ve uyanık olmak gerekmektedir. Tuzaklar bizim söylemlerimizin üzerinde yükselmeye çalışan küresel faşizm tuzaklarıdır.

Yugoslavya'da etnik farkları zenginlik olmaktan çıkarıp kardeş kavgası ile devleti çözerek ele geçiren emperyalistleri, sınıf kininden büyüyen nefretle tarihin çöplüğüne atmak gerekiyor. Düşman aynı düşman. Barıiş ise ancak ortak düşmana tüm etnik farklar, sınıf kimlikleri ile ortaya çıkıp, kol kola yürürse kazanılır. Barışı şimdi savaşatan ekmek yiyenlerden dilemek de en büyük aymazlıktır. Çünkü onlar sadece barış ve demokrasi getirme söylemleri ile el koyma yağmalama için gelirler.

Etnik zenginliğimizi emperyalizmin elinde çar çur etmeden, faşizme karşı bir blok olarak durabilme dileği, inacı ve kararı ile.
Evin Okçuoğlu

ÇOCUK ONLAR





Çocuk Onlar



Sayısal verilerde milyonlarcaydılar

Dünyanın yoksul yüzünde kararan

Aç şehvetlerin beden diye saldırdığı

Çocuk onlar



Oyun çağı hiç gelmeyen bedenlerdi onlar

Dünyanın kanayan yerlerinde toplanan

Çürümüş lanetli ellerin uzandığı

Çocuk onlar



Gözyaşı kurumuş kaç çift boş bakıştılar

Köhne barakalara çığlıkları asılan

Hoyrat düşlerin pençesiyle kaptığı

Çocuk onlar.



Şefkat içirin susayan çığlığa şimdi

Milyonlarca örtü getirin ısınsınlar

Donmuş yerlerinde dünyanın

Çocuk onlar.

Evin Okçuoğlu

İçi Görünen Şiirler 2009 kora yayınları



dünya çocuk hakları günü 20 kasım nedeni ile paylaşıyorum.

17 Kasım 2010 Çarşamba

ÇALAKALEM



şimdi bir şiir gemisi geçiyor
iç denizlerimizde pupa yelken
dalgalar vuruyor kıyılarına
incecik kumdan sözleri okşayan
ve soğuyor bozkırlar
düşlerimizden süzülen kırağı damla damla

şiir sek içiliyor
hırçın ellerimiz tutuyor kadehleri
sen gelmiyorsun diye döküyor saçını savruk kızlar
gemi kaçıyor usun
doludizgin özlüyorum anlıyor musun
yelkenleri söküyorum dize dize
kumdan sözler çarpıyor yüzüme fırtınada
çalakalem gidiyorum dibine aşkın
bir tek sen yoksun

bu dalga
bu kum
bu sevda
bu yürek akıntısı sendendir
kapkara bir tahtadasın
koskocaman bir çağlayan resmisin şimdi
döküldüğün yerde aşınan taşın sevinciyim
yine de aşılmaz bir sessizlik kadar uzaksın bana

15 Kasım 2010 Pazartesi

FÜZE KALKANI




güvercin kanadından düşürdük barış dalını
düşman çarpmıştı eliyle barışçıl kanatlara
yılmadık usanmadık diledik durduk körlükle
barışı istedik ille de
bir uçtan bir uca yürüdük ve diledik düşmandan
barış hemen şimdi gelecekti bir el etsek
teslim olmaktı oysa düşmandan barış dilemek

hiç duymadık ötüşünü barış güvercinlerinin
üzerimize gürültüyle gelen uçan makinelerdi
gülücük ötüşlü güvercin yerine
kara kanatlı füze başlıklı savaşkan
ürettikçe sattıkça onların ceplerini dolduran
kan kırmızı ederek yerin yüzünü
makinelere avuç avuç can kusturan

uzun menzilliler döşendi sınırlara
ölüm kuşanmıştı ve nöbetteydi nefret
hedefini şaşırmış nefretle kırdık geçirdik birbirimizi
savaştıkça canımız çıktı kanımız döküldü
kalkanlar dikildi yurtlarımıza
yoksulluğumuza indi sonra
hem de sınırların her yanında

gökyüzü ışıl ışıldı ekranlarda
ama havai fişek gösterisi değildi
yağan bomba
ölen biz
biz değilsek bizdendi
savaşın bıraktığı izden tanıdık birbirimizi
gözlerimiz iri mi iriydi
nefretimizin yönü değişti
var gücüyle nefreti besleyen köklere inen
kalkan ellerimizdir şimdi

12 Kasım 2010 Cuma

ESKİ





O duyguyu anlamak için herkesin taşındığı bir eski ev vardır diye düşündüm. ilk okul öncesi oturduğumuz kiralık evin önünden geçtiğimde birisi "BİZİM PENCERE"den bakıyordu. O evin eşiğinde annem babamın çizdiği çentikler vardı. Ağabeyimle benim büyüyüşümüzü o çentikler kanıtlıyordu. Çocukluk sesim gezinir odalarında...

Sonra biz taşındık... Sonra büyüdüm... Özelleştirme başladı!

Şiirimin ikinci ve son kıtaları tarlasından ve fabrikasından özelleştirme yolu ile sürülüp atılanların sesidir.

Ve şimdi daha bu şiire eklenmemiş olanlar var.

Askerler.

Bir yurt kalmayınca uğruna ölme ruhu da kalır havada. Şimdi mantık budur. Askerin ruh taşıyanı değil, paralı asker dönemidir.

Ne yazık ki "YENİ" kutsanıyor her zaman. Oysa şiirimin adı "ESKİ"

Bu ne çok asker böyle, azaltalım özelleştirelim ama önce işlevsizleştirelim mantığının geçerli olması yenidir.

Yurtseverliği özelleştirin, evladı, uğruna öldüğü topraklara girince, ağıt yakan anaları da özelleştirin akımı da yenidir.

Ama benim bu duyguların tümünü içeren şiirimin adı da Eski'dir.

Eskinin insancalığına GÜN aydın olsun.


ESKİ


Kapısındayım eski evimizin

Anılar benim ama

Pencereden bakan şimdi kim?

Kapıdaki çentiklerde

Boy atışımı görmeye geldim.



Sınırındayım eski bağ bahçemin

Gidiyor yine kasalarla üzüm

Eskiyor başka mahzenlerde şarap

Konu komşu sürgün oldukça

Salkım salkım gözyaşı boşuna

İncirin altında

Serinleyişimi görmeye geldim



Dibindeyim duvarın

Kulağımda makine gürültüsü

Ustabaşı da değişmiş

Az kalmış paydosa

Yine de geldim işte

Grev çadırında

Türkü söyleyişimi duymaya



(İçi Görünen Şiirler /2009)



Evin OKçuoğlu

8 Kasım 2010 Pazartesi

AYLARDAN AŞK OLSUN




nasıl gizlenir göz göze çakan şimşek

binlerce ışın kucaklaşır atılır öne

bedenler kıpırdamaz

duyulmaz ne gök gürültüsü ne yürek çırpıntısı

derin bir gözyaşı gölünde söner



kopkoyudur kıvamı aşkın, donar zaman

sevgili karşımızda olunca ansızın

gözden öze kılcal bir aşk yoğunlaşır

ellerimiz kavuşunca

yeryüzü sürüklenir

itilir çekilir boşlukta

gezegenler öper yüzlerimizi

aylardan aşktır yıllardan aşk

bir yaprak dansı olmalı bu

rüzgarla incitmesiz buluşmak

Evin Okçuoğlu

5 Kasım 2010 Cuma

HİPATİA


Hipatia

aç bağrımızı
kadınları tek tek çek yüzyılların içinden
Hipatia sorgula bizi 21. yüzyılda soyuluyor deriler hâlâ
kalemin pergelin var Hipatia öngörün ve duruşun var aşka
başka türlü olmak ne zor anlıyorum seni
ellerimizi tut Hipatia çıkar karanlığın körlüğünden bizi

ya da bırak soyulsun kabuklarımız tabular töreler soyulsun
yaralarımız dökülsün aksın irinler
bırak kalalım böyle
cehaleti silmiyor kendi yanıklarımızın ışığından başkası
bilmek de yetmiyor göğü, yıldızları
esir gözlerle baktıktan sonra

EVİN OKÇUOĞLU

4 Kasım 2010 Perşembe

YOKLUĞUNDA



kırık dökük birkaç sevinci iliştirdim yakama
soğuksa hava ellerini düşledim
karanlıksa yaktım yüreğimde
ışıttım bana bakışını
sayfalara dokundum
harf harf açan çiçekti sözlerin
kokladım sana en yakın kokuydu umut çiçekleri
onları da taktım yakama
yetmedi sevgili

çıkmaz yoldu yokluğun
karabasandı
biriken kötü haberdi kapıda
sevgili sevgili dedikçe
yapayalnız sokağın ortasında
açıldı yollar
kavşaklar ve tüm geçitler açıldı
su serptim yatıştırdım
toz duman yüreğimi

sevgili sana yazdım
seni okudum yokluğunda
karşıladım bilenmiş çağlamış düşlerini
karşıladım en yumuşak en sevecen edayla seni
dil aşkın diliydi
konuştum o dilden
soludum o dilden esintini
yokluğunda sevgili diyemedim içimde birikti
şimdi şiirlerimin her harfindesin
her simge özlem ifadesi
yürek dokuması harflerden kumaşı aşkın
yokluğun renginde seni oyaladım kıyısına sevgili

Evin Okçuoğlu

1 Kasım 2010 Pazartesi

UÇURUM SOHBETLERİ

UÇURUM SOHBETLERİ



Uçurumun kenarındaydık hepimiz. Konuşuyorduk. Yaşlısı genci, işçisi öğrencisi, çiftçisi köylüsü aynı dipsiz gibi derin, karanlık ve korkunç ortaçağ uçurumunun kıyısına kadar itelenmiştik. Ortaçağ deyince ürperiyorduk. Daha önce de bunun benzeri olmuştu demek... İnsanlık onurunun yok edilişi, köleleşme, cemaatleşme ve kavimler kavgalaşması bir tarih şeridi gibi geçti gözümün önünden. Bu ikinci baskıydı. Ama artık yaşanmışlığın üzerine tıpkısı olamazdı. Daha bu güne özgü ve daha yetkin bir planın kurbanları olmamızı tasarlamıştı düzenek. Önceleri geçmişten ders almalıydık sözleri boşunaydı. Konuşmamızı istedikleri gibi konuştuk bir süre... Özgürlük demokrasi dedik... barış dedik. Ulus devri bitti artık dedik. Bunları bize dedirtenler ulus kavramlarına sımsıkı sarılmıştı oysa. Onlar küresel faşizmin oyun kurucularıydı. Biz ise geriye kalan tüm insanlık... Ezilen sömürülen yoksul bırakılan açlıktan ölenlerdik. Ve hepimiz aynı uçurumun kıyısındaydık.

Aramızda düşünürler, fizikçiler, kimyacılar, toplum bilimciler vardı. Durumumuzun açıklamalarını yapan konuşmalar sdohbetler ile çareler bulup çevrelerindekilere anlatıyorlardı. Bir basınca karşılık kıpırdamadan yerinde durabilmek bir başarı diyenler olduğu gibi, basıncı geri püskürtmek için ileriye doğru hamle için kenetlenmiş bir blok itişten başka çare olmadığını dile getirenler de vardı. Çok mantıklı geliyordu bu fikirler. Ama bir türlü onca kalabalığı bir blok haline getiremiyorduk. Aramızda uçuruma çekiştirenler de yok değildi. Göz göre göre gücümüzü azaltan bu işbirlikçilere olan öfkemiz, bizi uçurumun kıyısına sürükleyenlere olandan daha az değildi.
Nasıl mı geldik biz bu uçuruma? Kişisel olarak tek tek bizlere dayatılan medyaya uyduk. İrademizi, bilincimizi teslim ettik, dizilere, eğlence programlarına. Kitaplardan uzaklaştık. Bilimden üretimden ve eğitimden uzaklaştık. Yoksullaştıkça birbirimize girdik, boşandık, intihara kalkıştık, öldürmeye kalkıştık ev halkından başlayarak kinimizi boca ettik çevreye. Üçüncü sayfalarına düştük gazetelerin. Saatlerce evlenme programlarından eş seçtik ve yemek eleştirisine kulak verdik yoksul sofralarımızda. Belleklerimizi sıfırladılar. Yurttaşlıkla ilgili inançlarımızı dinsel olan ile değiş tokuş ettiler. Yoksullaştırılmamız kaçınılmazdı bu ekonomik sistemde. Yoksullaşanların çaresizliğini satın aldılar. El açtıkça açlık terbiye ettikçe bizi, onurlarımızı kafamızdaki bitler gibi tek tek kırdık.
Geriye gidiş var dediler, o süreci de hafifsedik. İşten atıldık, içeri atıldık ama karşımızdaki düşmana karşı bir olup ileri atılmadık.
Düşman kimdi peki? Herkesin düşmanı farklıydı. Düşman öyle gizliyordu ki kendisini, asıl düşman nerdedir kimdir göremiyorduk. Düşman sanıp kimimiz Irksal kinler üretti, komşu etnik kökene diş biledi. Kimimiz kendi mezhebinden olmayana düşmanımdır dedi. Kimimiz sağcı bu dedi kimimiz solcu, bilmeden etmeden düşman oldu.
Dünya kapitalist sistemi ekonomik krizlerin en büyüğünü yaşıyor şimdi. Hayatın nesnel gerçekliği safları netleştiriyor. Hızla ilerleyen bir süreçteyiz. Hem uçuruma ilerletiliyoruz, hem de artık bilincimiz yerine geliyor, Uzun bir uykudan uyanır gibi mahmuruz ama açılan gözler artıyor. Her şey birbirine bağlı diyoruz şimdi. Kriz de işsizlik de yoksulluk da ahlak ve onurun yerlerde sürünmesi de...
Ağzında lafı geveleyenler var. Uçurum kenarında aramıza karışıp ağzında lafı geveleyenler neler neler diyorlar. Bu 21. yüzyılın kapkara uçurumunun tepesinde söyledikleri şeyler, itildiğimiz yerden güçlü bir hamle ile kurtulmamız için hiçbir katkısı olmayan hatta gücümüzü kesmeye yarayan sözlerdir. O sözlerin sahiplerini aramızdan dışarı çıkarıyoruz. Ayaklarımızı sımsıkı bastığımız yeri değil, az daha itilirsek düşeceğimiz uçurumu sevmemizi söylüyorlar. Karanlık sevicileri karanlık sözleri ile bir başlarına bırakıyoruz. Gelinen noktadan kurtulmak için herkes bir tarif veriyor. Bu kir seçimle temizlenmez diyoruz. Tarih birebir tekrarlanmasa da benzer sözler edenler olmuş geçmişte... Bunun gibi başka kara noktalardan kurtulma çareleri aramış insanlar. 16 Mayıs1919'da Balıkesir okuma yurdunda Leblebici Raşit efendi şöyle bir laf ediyor: "Amerikan mandası, İngiliz mandası, Fransız mandası ne demektir efendiler? Susurluk çayırında manda çok isteyen gidip alsın. Mandayla protestoyla düşman geri gitmez. Düşmanı durduracak kuvvet namlunun ucundadır."
İşçinin vatanı yoktur diye işgal edilen topraklara duyarsızlaştırma çabasında olanları da aramızdan ayıklamamız gerekiyor. İşçinin vatanının tüm dünya olacağı günlere ancak öyle varılır.
Savunulacak bir toprak da var, yüzyılların emek sömürüsünün açlığa ittiği insanlık da var. Hamur kabarmış. Yoğurup ekmek yapmak gerek. Tarihin tekrarı olmayan bir ekmek bu. PARİS KOMÜNÜ deneyimi gibi savaşıp ölen yoksul işçi köylü olurken iktidarı alan burjuvazi olacak değil bu kez. Muhteşem hatalar yapma lüksü yok insanlığın.
Kıyısında durduğumuz uçurumdan aşağı bakmayı denediniz mi hiç? Oradaki orta çağ da eskinin tekrarı değil, daha gelişkini; mobeseli tele kulaklı, zincir yerine manyetik bilezikli. Yani teknolojik bir ortaçağ. Ama değişmeyen şeyler de var bu ortaçağda: sömürü gibi, zulüm gibi, kan dökmek gibi, mantık dışılık gibi, bilim dışılık gibi... Bilimi din ile kucaklatmaya çalışmak gibi. Ama doku tutmaz. Boşuna çaba... Ne var ki, şu andan çıkış ile uçurumdan çıkış için gereken çaba arasında fark var. Ellerimizi kabaran hamura bulaştırma zamanı.

Evin Okçuoğlu

24 Ekim 2010 Pazar

KARANLIKTA TEK GEÇİT




huzursuz bir akşamın inişi gibiydi kararan geleceğimiz

çocuklar renk renk suça buladı ellerini

boyalı sayfalarca damgalandık

aldırışsız pozlar verdik buzdan aynalara



kök söktü insanlık anlamak için kara harfleri

tanımlar yetmedi

yeni anlamlar aradık

yeni kavramlar üzerinden oyalandık

yetmedi

öldük be sevgili göz göre göre

dünyanın önünde kara bir kömüre dönüşen bedenlerdik

çil çildi toprak üstü ve altı

verdik

yetmedi



sen şimdi düşün sularındasın

ufuk çizgisini çekiştiriyorsun

bilirim dokunacak kadar yakından geçtiğini

pupa yelken sevincin

anladıkça sevilecek bir kitapta olduğumuzu da

dokunun bize

çevirin sayfayı

okuyun bizi

içimizden süzülüp geçen düşlerimizdir

karanlığın derininden yükselen buzuldağdır

ölüm ne ki dedikçe insan onuru

buzuldan kopan isyandır karışan içdenizlerimize

anlayın bizi



Evin Okçuoğlu

17 Ekim 2010 Pazar

YAPBOZ


Yapboz

topraklarımız onların oldu
bize gökler kaldı
umutlarımız alınınca elimizden böylece
açtık elleri göğe

yapboz delisydi dünya
her on yılda bir akıl tutuluyordu
gökyüzünden yere
kutsal iniş çarpmasından
değişken havasızlıkta
kalıcı ahmaklıktı diz boyu

oyuncu düzenbaz
parça parça yapıp bozmada
daha da arsızca
bas bas bastı çizmesini
kanamalı dünyamızın
sargısız yarasına

koskocaman bir yapbozdur tarih
kare kare utanç insanlıktan
kutu kutu hapislikler sınır çizgilerinde
oyun içinde oyunda
her parça mızıkçı emek olana dek

öyle yaşanası ki ötesi
kanla tutkallanmış sonsuz birliktelik
erişmek için ona can havliyle
tüm kıtalarda bozulası oyun
kenetlenesi ellerimiz
çıkılası bu çürük yapboz oyunundan
bozulmayası olanı emekten yana kurmalı

Evin Okçuoğlu

14 Ekim 2010 Perşembe

MEMEDE SÜT BİTİNCE

(resim: İbrahim Balaban)

memede süt bitince
yavruyu neyle doyuracak kadın
ya kadını ve yavruyu nasıl doyursun adam
en güçlü güdüyle terbiye edilmiş insan

yıkılsın yüzü yerdelik
kırılsın bükülmüş bel
lâl olsun avuç açan dil
gerçeğin suyu biriktikçe
yanlışlar üstünde yüzer
kıyısızdır yanlışlar
gerçeğin suyunda batar
öyle bir köküne vardırır adamı
bilinç eser gerçek sularında
durulur zamanla karışık kafa
kul olmadan doymak düşer akla

Ne zaman kurtulur korkudan
açlık bir kara tüneldir verir ışığını
dağ gibi yabanekmeği yapan el
şimşek gibi çakan el olur
dize derman doluşur
düşten düşe pekişir
ele gelir ne varsa
dal kırılır kudurur
düş delinir deşilir
insan olur sonunda köle ruh
ak ekmeği bölüşür

Evin Okçuoğlu

9 Ekim 2010 Cumartesi

Kalabalık Karanlığımız


asın şiirlerimi

yıldız kadar uzağa asın

çığlık rengi bir dosyada kurusun sözüm

dualarınızı dikin

dualarınızı biçin

ve kesin dualarınızı et diye

duaları toplayın folluklardan

beni görmesin kimse

utanmayanlar ak

utanmayanlar ak suratsa

ki artık öyle



zifiri bir tenim olsun

boyayın beni karaya

gecenin dibine atın

görmesin kimse

böyle sessiz böyle suskun

hiçlik kadar durgun

kalabalık karanlığımız

Evin Okçuoğlu

8 Eylül 2010 Çarşamba

YALAN MEYDANI









yalan akıyordu sokaklardan

akan kanımıza bulaşan yalanla yıkandı alan

çok uzaktan gelen emirle diz çöktük önce

sonra çözüldü zincir

itaat kopardı ipini

korku ve acılarımız yitirdi hayat karşısında önemini



evet yalanından kocaman hayır doğurdu bu halk

yalan boğuldu

onurumuzu ters yüz edip çıktık sokağa

süpürdüğümüz; çaresiz harami bağırtısı, kuru gürültüydü

gerçeğin içinde kıpır kıpırdık artık

aşkla düşle sarıldık ona

boydan boya takıp takıştırdık yalansız gün sevdamızı

hayırdan bir kelepçe taktık eline ihanetin

yüzü yoktu

elleri yoktu

hayatın değeri yoktu gözünde

o yüzden düştü gözden

gözden yok oldu

Evin Okçuoğlu

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Bulutla Dantellenir Ay




ay buluta girse de sızar ışığı
özlemdir örtündüğü
bulut kendini dokur seviden
tel tel sızlar
bulutla dantellenir ay

ıssız uzanışı ağaçların karanlığa doğru
ellerimdir

parlak gümüş giysili ayla
bulutun dansı
girer düşlerime sisler arasından

gece derin derin solur
gece ağzı açık bir mağara
uyutur ellerimi
özlem estikçe açılır saçılır ay
çırılçıplak kalır aşk.

Evin Okçuoğlu

2010 ağustos Berfin Bahar dergisinde yayınlanmıştır.
25 ağustos Milliyet Nail Güreli köşesinde yayınlanmıştır.

İNSANCIL DERGİSİNE MEKTUP


Molla Demirel’in 239. İnsancıl’da yazdığı “1Mayıs İşçi Bayramı ve Kargaşa Üzerine” (sayfa: 24) adlı yazısını okudum.

Yazının temelindeki yaklaşım; hapishane günlerinden örneklerle başlayarak, farklı fıraksiyondaki kişilerin 1Mayıslarda bir olması, görüş ayrılıklarını bir kenara bırakmasıydı. Daha sonra M. Demirel, konuyu işçilerin, Türk İş başkanı Mustafa Kumlu’ya Taksim meydanında saldırısına getirerek, aynı şekilde bir yaklaşımda bulunuyor. “Ağaç demiş ki baltaya: Ne yapayım ki sapın benden” güzel deyişini de kendince öyküleyerek, konuyla ilişkilendiriyor.

Sendika baronlarının işçi sınıfı ile dost olması anlamına gelen bu yaklaşıma katılmıyorum. “Bu olumsuzluklara rağmen biz yurt dışında izlediğimiz kadarıyla…” deyişinden anladığıma göre kendisi yurt dışındadır. İşçi sınıfı düşmanının yapacaklarını yapan, demokratik olmayan yapılar içinde işçinin zaten seçmiş olmadığı bu liderleri ağaç balta örneği ile aktarmak, belki yurt dışından bakınca öyle görünüyor olabilir ama Türkiye gerçeği için hiç de mantıklı değil… Oralarda işçi sınıfı ne haldedir bilemem ama, yurt içinde, sendika baronlarını dost gibi göstermeye çalışmak, en büyük oportünistliktir. Özünde işçi düşmanları olan bu görevli kişiler, işçi örgütleri içinde işçinin devrimci gücü açığa çıkmasın diye çaba göstermektedirler. Bunu destekleyen bir yaklaşıma açık olan yazıyı eleştirmekle oportünizme ve dolayısı ile kan emici sömürü düzeneği ile yapılan ideolojik mücadeleye bir katkı yapmış oluyorum. Gerçeğin çarpıtılması işçi düşmanlarının dost gibi gösterilmesi işçi sınıfının sosyalizme doğru ilerleyecek olan yolunda en büyük engeldir.

Tekel işçilerinin içlerindeki sınıf kininin sarı sendika ihanetine karşı biriken öfkesinin tezahürünü de “kargaşa” olarak nitelemek, belki İstanbul valiliğinin kullanabileceği bir deyim olabilir. Tepelerdeki sendika baronlarının, işçi sınıfı düşmanlarının dersini tabandan gelen gücün basıncı ile sendikaların tepesini attırmasının habercisi olan bu “kargaşa” kınanası değil, dikkate alınması gereken bir tepkidir.

Aslında tamamen ayrışmak gereken oportünist yapıları, farklılıkların renkliliği/ mozaiği adları ile bizlere şirin göstermek hatadır; aslında sınıf çelişkilerini örtülemeye yarayan bir “bulaşıklık” sürecini güzel gösterme çabalarıdır. Bulaşıklığı reddederek ayrışmak, yanlıştan kopmak gereklidir.

Saygılarımla

Evin Okçuoğlu

Ağustos 2010 İnsancıl dergisinde yayınlanmıştır.

15 Ağustos 2010 Pazar

UTANIYORUZ

korku gezdi gül bahçelerimizde
sesimiz kısıldı
yabancı bir güzelliğe dönüştü güller
tas tas yemek döktüler uzattığımız kaplara
utandık ayıpladık kendimizi
yine de
aldırmadık hiçbirine
aynalara baktıkça ürktük
çocuklar uzattı boş tencereleri bizim yerimize
kepçeyi tutandan güzel gelecek diledik
yırtılan ar giysisi
yıkılan onur kalesi
aldırmadık hiç
doyduk yarınsız
karardı içimiz
işten atılan kadın inadından utandık
kurulan grev çadırlarının yanından geçirmedik yolu
utandık
plastik kaplarda sadaka yemeklerle doyup gevşedik
kapılarımız kul kapısı
eşiği ezik
çatısı köhne bir korku türbesi
hazır yiyici kölelik
sokaklardan geçtik gizlice
konu komşu görmeden
tıktık eve erzakı
gizlice elektrik
çaktırmadan su getirdik
utandık komşudan
öksürük nöbetleriydi duyulan
küfürler yapıştı duvarlarımıza
kapılar açık
utandık
kaçtık kameralardan
on dakika kamçılanmaktı reklamlar
yemeğe gidiyoruz ekranda
telefon bağlantılarında evleniyoruz her sabah durmadan
kamera dönüyor
başımız dönüyor
gizleniyoruz her sabah utanan yanımızdan
çadırlar grev çadırları
kadınlar yürüyor üstümüze
ellerinde pankartlar
utanıyoruz
bakamıyoruz ellerine
yüzlerinde bir mühür yemin
kadınlar geliyor üzerimize
tencere devrilirse devrilsin
devir devrilsin diyoruz
kazan kaldırıyoruz onun yerine
Evin Okçuoğlu

TER

ıslak çamaşırlara sarınmış
tuzla su salgılayanlardık
hamurlaşmış etten yığılma
birbirine yaslanmış gecekondularda
toz toprak benizli çocuklarımız
güneş kızgın bir oyunbaz
aşkın terine göz açtırmayan
hınzır yakar top gölgesiz

gün geçtikçe
daha da çıplak duruş
daha çok gerçek
inanacak bir şey olsun derdi
anlam yitimi
ağaç gölgelerinde kıpırtısız bencillik
iple çekilen gece

kokusu çıkmış yalanlardan
bunaldık iyice
bulandık birbirimize
kendini yoğuran eli görmeyen
etten hamur halimiz
tuz ve su içinde

inada bindirmiş bir yazdı
mevsim atlatmaca geçim derdi
tokmuş gibi sönük heveslerimizle
kuru ihanet kara yalan kızgın dil içinde
eriyik halimizi birbirine karıştırıp gün saydık
kış umudu saksıda kurumuş topraktı
karanlığa gömülü tohumdu alın terinin yiğit günleri
yağmurlar başlamadan önce

Evin Okçuoğlu

12 Ağustos 2010 Perşembe

ARINMA

ARINMA


Yazın aldığı maaş kesildiği için hamallık yapan, kışın ise sözleşmeli öğretmen olan Baba, bu yaz kalp krizi sonucu öldü. 15 yaşındaki kızı ve 21 yaşındaki oğlu kendilerine yardım etmek isteyen kuruluşu “Daha çok ihtiyacı olanlara verin” diyerek nazikçe reddetti.
Gazetenin birinde iki gün haber oldular. Birinci günkü minik ölüm haberinin manşetinde “özür dileriz öğretmenim” yazıyordu. Kim kimden özür diliyor anlamadım. Kendini insanlık adına sorumlu gören şirin bir basın mensubuna ait olmalı bu manşet... Ertesi gün çocuklara burs sağlayarak yardım etmek isteyenlere “hayır” diyen evlatların haberi vardı. Böylece konu kapandı.
Ölen baba evlatlarına miras olarak insanlık onurunu bırakmış diye düşündüm. Düşüncelerim bazen alıp başını gidiyor. Deniz Gezmişlerin ölüme gidişlerinden belki farklı gibi görünebilir öğretmenin ölümü ama işin özüne bakarsak, ikisinin ortak yanlarını görmek olası. Onurlu bir yaşamda ısrar ettikleri için onurlarıyla öldüler. Şimdilerde kimilerinin enayilik olarak gördüğü, alınteri ile onuru ile yaşamak ve öyle yaşayanların safında olmak açısından, Denizlerle örtüşen bir saftaydı sözleşmeli öğretmen.
Eğer sisteme uyumlu davranışların dışına çıkarsanız sözleşmeniz yenilenmez. Haksızlığa, yalana dolana, hırsızlığa yolsuzluğa hayır diyen bir tarzınız varsa işsiz kalırsınız. “İşi bilenler” ise konuşurlar:
“Abi, yeni bir ihale var, senin tanıdık araya girse de alsak. Tabii ne kadar gerekiyorsa takdim ederiz kendisine.”
“Malı teslim ettik abi, aracı firmamızdan alacak belediye kaldırım taşlarını.”
“Şehrin merkezine yakın büyük alış veriş merkezi inşasına giriştik. Arsalardan birini verip iskân izni tıkanıklığını aşarız. Ee bu işler böyle…”
Bu konuşmaları yapanların gözle görünmeyen bir örgütlülüğü ya da cemaatleşmesi söz konusu zaten. Bunun dışındaki toplaşmalar ise yasak. Yoksulluk yardımı, sadakası bursu ile toplumun birey ve yurttaş yanı törpüleniyor. İlerde yurttaşı olarak hissedilecek bir devlet yapısı da ortaçağ karanlığında görünmez olacak.
Adım atmak için bile rüşvet vermeye mecbur kalınan bir düzeneğin içinden, her insanca yaşama sürecinin dinlenip gözlenip izlendiği ve denetlendiği çarkın içinden çıkıp, kendini sokağa atmak isteyen milyonlarca Amerikalı kaldırımlarda, metrolarda, kartondan derme çatma barınaklarda, kimlik numarasız, sigortasız, evsiz, banka kartsız ve sağlık yardımsız, hayır kurumu barınakları yardımsız yaşamayı seçiyor.
Güvenlik güçleri tarafından görüldükleri yerde olası suçlular olarak algılanan bu kalabalıklar gittikçe ve kimi zaman da istekleri dışında hayatın zorlaması ile işsiz kalarak, evsiz barksız kalarak sokağa itilenlerin de katılımı ile çoğalıyorlar.
***
Güzel güzel yazıyordum. Yazdığımı okur kesti.
“Bir öyküde bunların işi ne yazarcım? Topla pılısını pırtısını çek şu kalabalığı buradan. Ortalıkta pis pis kokup yolumuza mani oluyorlar. Pis ve tembel insanlar kalabalığı bunlar, acımayacaksın. Hem kendi seçimleri böyle yaşamak, bakma sen, içlerinde yüksek eğitimli olanlar bile var.”
***
Ben yazar olarak hep ince ince düşünüyorum da yine de bazen okurun ne istediğini anlayamıyorum. Düşünmek istemediği kesin ama anlamamakta direnmesine ne demeli!!
Bu bakış açılarının eğriliğini nasıl doğrulatacağım? Öyle bir kısır döngü içinde yürüyor ki konu devrimsel bir sıçrama olmadan değişimin başlaması olası değil…
Ona anlatmalı şimdi:
İnsan karakteri, içinde olduğu yalan dolan ortamına uyumlanmadıkça yaşayamayacağını anlayınca bozulmaya başlıyor.
Orman kanunlarını şehirlere taşımışlar. Yaşamak için bencilleşip, sağa sola dirsek atarak ilerlemeyi yol biliyorlar. Böylece bozulma başlayınca yalan dolancıların sayısına eklenerek sistemi hem besliyor hem de ondan besleniyorlar. Sistemi hem çürütüyor, hem de kendi çürüyor. Çürüklüğünü bulaştırıyor etrafa… kirden geçilmiyor ortalık. Asıl kir ile okurun yakındığı kir aynı kir değil. Bunu ayırt edemez hale gelelim diye yırtınanlar var.
Kirlerini görmememiz, yakınmamamız için de her yol deneniyor.
Temiz bir yer kalmazsa en kötüsü kire alışırız, kanıksarız artık kiri göremez oluruz. Böylece anormallik normalleştirilmiş olur.
***
Temizlik hastalığım böyle başladı. Yazıp çizmeyi bıraktım. Elimde artık kalem yok. Bir gün toz bezi, bir gün fırça, bir başka gün deterjanlar, silgiler, sabunlar; yıkıyorum paklıyorum silip süpürüyorum.
***
Odanın parmaklıklı penceresinden sızan ışık gittikçe azalmakta, yazdığımı göremez oluyorum, başımı kaldırıp beyaz boyalı duvara bakıyorum. Gözümü ovuşturup ayağa kalktığımda kapı açıldı. Beyaz giysili güleç kadın elinde su ve ilaçlarla girdi yine. İçmemi kontrol ettiğini sanarak, yüzüne takılı donuk gülücüğü ile bekledi. Lekesiz duvarlar, kusursuz temizlik görüntüsünün altını kazıyorum şimdi. En kötüsü de bunlar oluyor. Hangisi kirli aslında? Net olarak kirli gördüklerimin içi tertemiz çıkıyor. Tertemiz görünenlerin altında ise irinli kirler birikmiş. “Deli olmak” işten değil.
Alınteri kirletmez.
Dünyanın bütün “kirli”leri birleşin.
Asıl kir temiz görüntünün altında.
Bu kirin temizlenmesi için okur lazım.
Yok, bu kir seçimle falan da temizlenmez. Yok yok, deli olmak işten değil.

Evin Okçuoğlu

29 Temmuz 2010 Perşembe

AKTİVİST




Gazeteden başını kaldırdı. Gözlerinin içinde anlam pırıltıları aradım boşuna. Kahverengi gözlerinde renk vermeyen bakışları vardı, geceleri denize yansıyan ışıltıları andırmıyordu. Tartıştığımız konuyla ilgili bir ipucu yakalamış gibi konuşmayı sürdürdü:
“Eylemci ya da militan değil aktivist diyorlar bir kere! Küresel veya yerel hiç fark etmez.”
Sabah sabah nerden aklıma geldi bu konuyu açtım bilmiyorum. Tarihi bir pastanede sabah kahvesinde onunla buluşacağıma saçlarıma kına yakar, gün boyu kitaplar ve internet arası oyalanırdım. Belki bahar sebzesi karaciğer dostu bir de enginar pişirmek vardı hesapta. Ama bu konu soğan doğrarken de aklımda olurdu, enginara yakışan bir tutam iç baklanın kabuğunu ayıklarken de. Ben kendimi bilmez miyim! Ben de aldım sazı elime ona laf yetiştiriyorum:
“Aktivist deyince tepki vericiler mi anlayacağız yani? Zararsız görevliler mi anlayacağız. Aktivist, hangi ideolojiden olduğunu belli etmeyen, hatta eylemlerin ideolojik kısmını gizlemek amacı ile özellikle yabancı dilden ithal edilmiş postmodern bir sözcük… Medyada kullanılmakta olan bir söz bu… Eskiden dernekler olurdu; üye aidatları ile yaşayan, şimdi ise platformlar var; fonlar ile ayaktalar. Bu fonları alanların organize ettiği eylemler var; bunların kimisi çevreci, kimisi feminist içerikli, kimisi siyasi... İşte bu eylemlerin içinde yer alanlar da aktivist oluyor. Onlar bir sol ideolojik söylemi asla yaklaştırmıyor etkinliklerine, belki yaklaştırdıklarının da özünü yok ederek alıyorlar. Eskiden bu türlere oportünist derdik ve halen buna yeni bir kelime neyse ki icat edilmedi.”
Eli koltuğun kenarındaki soğuk raptiyelerinin üzerinde geziniyor. Sonra kısa bir yudum kahve alıp düşünme payını yeteri kadar kullanmış olarak konuşmaya başlıyor:
“Olaya böyle bakınca, gereken yere gereken miktarda yollanarak, gereken dozda slogan atan kalabalıklar olmuşlar insanlar. Modaya uygun anılmak istiyorlar. AKTİVİST. Neden büyütüyorsun bunu?”
Onunla tartışmak boşuna bir çaba olacak. Konuyu değiştirsek diyorum. Oturduğumuz kafede hafif bir müzik yayını deri koltuklara gömülüp kalıyor. Rahatlıyoruz. Mis gibi kahve kokusu duyuyorum. Komşu masaya gidiyor gözüm. Filtre kahve kokusuna bayılıyorum.
Koltuklar hoşuma gidiyor en çok bu eski pastanede, bir de siyah beyaz desenli yer karoları. Suni deri olmalı bu koltuklar. Çocukluğumdaki devlet demir yolu trenlerindeki gibi yeşil renkteler, bazıları da kırmızı… Koltukların tahta ile buluştuğu kenarlarına dizilmiş sarı renkte üzeri pütürlü raptiyeler var.
Yıllar geçecek, devletin demir yolları varmış diyecek insanlar.
Aktivistler küresel köylerde haykıracaklar.
Görünmeyen bir erkten bitmez tükenmez talepleri olacak, yapılsın edilsin diyecekler. Tepkiselliklerini gösterecekler sözüm ona. Kendilerine burun kıvıranları ayıplayarak psikolojik linçten de geçirebilirler. Hem de uluslar arası aktivistler bunlar canım… Atlayıp araçlara ister başka ülkelere ister uzak illere gidip aktivistlik neymiş gösterecekler ele güne… Paraları bol demek. Fonlar para akıtıyor demek.
Yok yok, böyle olmamalı. Bu olumsuzluğun senaryosunu yazmayacağım. Benim düşlerim daha başka!
Kırlaşan uzun saçları ve küpesi ile karşımda sessizce gazeteye göz gezdiriyor arkadaşım. Benden uzaklaştı iyice. Aklı kim bilir nerede! Yeni heykeline vereceği şekildedir belki de. Sanatçılar böyledir işte, düşler kurarlar ve o düşü metale kadar somutlarlar. Demiri eğer büker, anlam kazandırırlar boşluğa düşen gölgelere…
Kafe kalabalıklaştı.
“Kalk kız benim atölyeye gidelim.”
Bunu derken gözü garsondaydı. Hesabı öder ödemez kalktık. Kuzguncuk’tan geçen bir otobüse bineceğiz. Deniz kıyısından ilerliyor otobüs. Denizi karşı sahili ve erguvanları bir film şeridi gibi izleyip, içimde hüzünlü anlamlar biriktiriyorum. Otobüsten iner inmez kuş cıvıltıları ağaç dallarından sekerek geliyor kulağımıza. Yokuş kısa neyse ki.
Atölye serin. Tahta masada bir tabak dolusu yeşil erik var. Komşunun bahçeden göz hakkı olarak gelmiştir kesin. Onun dışında bu geniş yüksek tavanlı küflü ahşap mekânda, metal kokusu, pas kokusu, kaynak kokusu.
“Ben biraz çalışayım, bitmek üzere olan bir iş bu. Bak, hem tahta hem demir kullandım aynı çalışmada…” diyor ve gözünü koruyucu kalkanla kıvılcımlar saçmaya başlıyor. Ben masadan birkaç erik alıp ağzıma götürüyorum. Elim uzanmışken derleyip topluyorum masayı. Birkaç kitap duruyor. Düzeltiyorum. Şiir kitabı var. “Sevdadır” diyor Arkadaş Z. Özger. Sayfalarda geziniyorum. Zaman puslar içinde akıyor.
Başını kaldırdı. Bunlar sabahki gözler değil! Gözlerinin içinde anlam pırıltıları görmek beni şaşırttı. Kahverengi gözlerinde renkler alevlenmiş bakışlarına vuruyor. Geceleri Kuzguncuk’ta denize yansıyan ışıltılar gibi. Demir gibi, ahşap gibi, sarı küçük raptiyeleri heykelin üzerine nakşettiğini görmek beni nasıl mutlu etti. Kucakladım onu.
O anda uzaklarda eskiden kalma bir tren sesi işledi içimize. Rayları Anadolu’ya doğrultmuş trenler geçti. Raptiyelerden kurtuldu elimiz, deri koltuklardan kalktık. Demiri tahtayı özünden kavrıyoruz o anda. Anadolulu bir eylem bu. Eli nasırlı yüzü maden karası bir eylem. Benim düşümle heykel aynı dili konuşuyoruz. Bunu iyice anlıyorum. Uzun kır saçlı arkadaşımın kucağından ayrılırken sabah beri tartıştığımız aktivist kalabalıklarına yabansı bir dudak büküyoruz.

Evin Okçuoğlu

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Sınır Nöbeti




göz göze çiziyoruz sınırları sevgili yüzlerine baktıkça
çizik çizik kırmızıdır gül kesiği sızlayan yanlarımız
aşkın mayın tarlasında ellerimiz sınır boyu uzanıyor
parmak uçlarımız dolunaylı bir kanmacada

bin bir sınır çekip siliyoruz sevda düşleriyle aramıza
her kapısında aşk sözlerimizden bir yığılma
düş geçit verse dil geçit vermiyor
sınır nöbetlerinde dokunuyor özlemin dikenli telleri
parça parça duygu kaçak geçişlerinden
karşı tarafın ellerine düşselleşiyoruz

içimiz rahatlıyor aynı aşk orada da nöbette diye
suçüstü ışıklar gezdirirken direnme noktalarından her bakışımız
karşılıklı sınırsızlık anlaşmasına bürünüyor gece

24 Temmuz 2010 Cumartesi

İhanet Tarlasının Kısır Tohumları


tel tel elenir toprak
savurup atar anadolu’nun bağrı ihanet tutmaz
gün gelir fikri kısır tohumlar gibi serpmek isteyen türer
bataklık dipli dünyalarından
gün olur ihanetin adı farklılıklar zenginlik olur
düşman kılık değiştirir
düşman dost gibi tutar ellerimizi
ellerimiz kanar
tek tek elenir toprak
bulaşık yılışık bir ihanet tarlasından
verimsiz çalılar çıkar
ayrık otlarıdır batar göze
gün gider
fikrini bir senaryoya kaptıranlar
geceye çekilip siner
gecede gölgesiz kalan
tartamaz güneşi
güneş ki çıplak bırakır gerçeği
gerçek hayatın yeşilidir
barındırmaz karanlığın renksizliğini

Evin Okçuoğlu

19 Temmuz 2010 Pazartesi

DOKUDUK HAYATI













Sevgili,
Bir demet çiçek oluyorum. Bırakıyorum kendimi suya. Anadolu’nun en kılcal ırmaklarından çıkıyorum yola. Binlerce yıl geçiyorum. Yüzlerce uygarlık yükleniyorum. Onlarca isyan kanı karışıyor rengime. Allanıp, pullanıyorum. Ezimlerden geçiyor yolum. Bileniyorum, direniyorum. Denizlere varıyor yolum.
Sevgili, sen orada en güzel günüm, sen orada her şeyden süzülüp arınıp ışıldayanım, orada bekliyorsun. Özlemle şanlı sayfalar dokuyor elin. Yüreğin en güzel gün için yaşamak çoğaltıyor. Bilincin tartıyor günü.
Ve bütün denizleri Anadolu’nun, sana varıyor. Sana varıyoruz. Köhne işliklerden, insan yutan fabrikalardan, kısır tohumlu tarlalardan sana varıyor yolumuz. Sana varıyorum. Demet demet, dalga dalga aşkla geliyorum.
Anadolu’dan Ortadoğu’ya yeryüzünün tüm kıtalarına kıyı kıyı yayılan dev adımlara dönüşen bir demet çiçektim ben. Orman kadar çok, aşk kadar güçlüyüm şimdi. Ellerimiz bir yüreklerimiz bir deviniyor. En güzel günün dokusunda bin bir renkte açmışız. Anadolu tadı katıyoruz evrensel dokusuna insanlığın. En güzel günle başlıyor takvim. Senle ben bitmiş. Biz olmuşuz o dokumada. Çiçekli bir basma tadında cıvıldıyor hayata kattığımız ton.
Sevgili, dokunduk, dokuduk ve doğurduk hayatı. İşte bu en şanlı doygunluk…

Evin Okçuoğlu

3 Temmuz 2010 Cumartesi

İÇ DENİZLERİMİZDE GÖLGESİZ

















kıpırtısız iç denizlerimize
ak saçlı bir bulut gölgesi yansıması
yansıdıkça söküp alması yosunlu özlemleri
kıyılarımızdaki çakıllar can acıtsa da
damla damla buluta katmamız kendimizi

zaman perdesini çekip
bulutla bir yansırken hayata
kadife bir düşe dalmalı hemen
ay soluksuz kalmalı bir süre
soğuk bir ışık taramalı saçlarımızı
aşk çırpındıkça gün ağarmalı

ve sonra karşımızda kocaman bir kapı
hep açık bir ürkünç noktadır orda
gözümüzü dikip beklediğimiz
ya kavuşamazsak bir daha
gelişe şenlik ateşi yakmalı
gidişe dilek ağaçlarınca umut bağlamalı

Evin Okçuoğlu

2 Temmuz 2010 Cuma

KAVRULUR DİZELER













Sevgili,
Sivas 2 Temmuz dendi mi, şiirler türküler dökülmeye başlıyor sokağa. İnsan sellerinde sönüyor yangın. Dağa taşa can yürür bu zamanda. Böyle zam anda zalimin elinde kaç kalem çürür sevgili, kaç çürük yürek deşilir sevgi yüklenmiş kalemlerle.
En son hangi dize gelir insanın aklına yanmadan önce kağıt kalem. Kaç canavar pençesi parçalar harflerimiz. Parmaklarımız yırtmaz mı son fermanını ortaçağ mahzenlerinden hortlayan uğultunun?
Şiir dizen düşleri vardı sevgili, insan insan atan yürek, karanlıkların hortlamasına duvar çeken dizeleri vardı… Alalım elimize bize bıraktıkları kalemi. Bak kalemleri sipsivri. Sazları cıvıl cıvıl.
En güzel dizeyi yazmak istiyor yüreklerimiz şimdi.
Onların yalın gidişine yanıyoruz.
Aklımda bir dize asılı duruyor. Kavrulmuş.
Biliyor musun sevgili, bir gün gelecek, dökülen yaşlarımızda, akan kanlarımızda, savrulan küllerimizde yok edeceğiz son zulüm kalesini. Öyle yakın, öyle net görüyorum. Senin de gördüğün gibi, senin de bilinçle yürekle bilip de söylediğin gibi inanılmaz güzellikte olacak olan o günde, bir soluk alımı da olsa var olacağım. Bir zerre karanlık kalmayana dek ışıyacağım o gün.
O zaman geldiğinde, hepimiz, bütün ışıklı dostlarla birlikte, o güne varmak için düşlerini dizmiş olan, tel tel saza dökmüş olan, geleceğe solukları varamasa da anısı varacak olan yitirdiğimiz canların acılarını, ancak o zaman onurla taşıyacağız.
Unutmayacağız.
Evin Okçuoğlu

19 Haziran 2010 Cumartesi

Sana En Yakın Halimdi
















sana en yakın halimdi
kaç yaz öncesi
bir karede deniz ben ve begonvil
aysız da değildi gece
ama karardı sular bakmıyorsun diye
kaç yaz geçti
sana en yakın halimdi
hüzün bir soluktu gezdi üzerimde
ürpertisi kırıştırdı suları
kırştırdı bütün göçmen izleri

daha dibe inmemişti tortusu aşkın
karışıp duruyorduk birbirimize
sen bir tutam gülüş döküyordun
ellerin bana kelepçe
ben hep hüzün serptim içimize

sana en yakın halimdir şimdi
sen notasız dinlediğim müzik
sen tuvalsiz boyasız bir resim göz bebeğimde
sana en yakın halim işte
ıhlamur çiçeği kokusu
sonra yasemin beyazı oluyorsun
çekiyorum içime
yaz diyorum kış diyorum
baharlar geçiriyorum bir kuru yaprak süpürmesiyle
ben hep dizinin dibinde
ben hep hüzün
göçmen izleri biriktiriyorum

Evin Okçuoğlu

8 Haziran 2010 Salı

EN GÜZEL GÜN İÇİN
















EN GÜZEL GÜN İÇİN


kol kolaydınız

elden eleydi bildiriler

şifresi çözülmemiş kahramandı kimisi

çatık kaşlı kavgada

diken bakışla çözüldü çözülenler

gün oldu devran döndü tek tek hücre hücre

toprağın sağırlığında koptu fırtına

tarih şaşırdı ne yazacağını


yalan kalemler türedi



çözülen buharlaşan bir süreçti

kendi kendini imha

başımızda kanlı bitler

çöreklenen de düşmandı

içimizden çıkıp sürünen

düşmanla aynı kanı içti

aynı kaptan aldı hayat suyunu



yer altının sesi soluğu kesilse de şimdi

susmadı en güzel gelecek için yaşayan yan

ne yılan ne çıyan bıraktı basıncı- birikimi tam olan

ne sınır ne set tanıdı

ne karanlık ne hücre kapısı

devrim kapısından aktı insan seliyle
Evin Okçuoğlu

7 Mayıs 2010 Cuma

KANADINDA İSYAN RÜZGARI











Sevgili,
Tecrit falan dinlemiyor, yüreğimin odacıklarından kanadında isyan rüzgârı ile yükseliyor aşkım. Sana haber vereyim dedim sevgili: Hani güler yüzlü bir kızımız vardı, hani tecritten hastaneye giden… Yitirdik onu sevgili. Bir gülüş daha ekildi toprağa. İsyanın biriktirdiği güçle, bembeyaz bir gülücükten oluşmuş kanadı çırptıran o güçle yükseldi.
Biliyor musun sevgili, kimileri soruyor suçu neydi diye… Başkaldırmaksa ölecek kadar başkaldırmıştı işte. Suçu buydu, suçsa eğer. Öyle çok alındı ki ellerimizden haklar, onur, insanlık ve tüm değerler, bu yoz bir sistem sevgili, öyle ki, ona baş kaldırmamak suçtur özüne bakarsak.
Şimdi bir baba Armutlu’da ellerini uzatmış dostların ellerine. Elleri serttir. Ama yüreğin yangınından ellerine kadar ulaşır sıcağı, o yüzden sıcaktır eli babasının. Yurdun her yerinden ellerimiz uzanmak ister o ele. Ana yüreğine baba şefkatine ve diğer tecrit odalarından yürek odalarımıza kurulur köprüler; ellerimizin sıcağından, yüreğimizin isyanlı yangınından olan köprüler…
Bu ilk mektubumda acı haber veriyorum. Ama bu toprakların kızları oğulları var sevgili. Zaman zaman isyan başkaldırıları ile toprağa düşüyorlar, ama geleceğimizin güzel günlerimizin, göremesek de o günleri yine de gelecek olan o insana yakışan günlerin her anını hazırlamada biriken güce katılıyorlar. O güç, haramilerin saltanatına son diyor, yoksul sofralardan çalınan onuru, aşkı, her şeyi geri biriktiriyor.
Onlar ise tir tir titreyerek korkuyor sevgili. Güler direncinden, gülüşlerimizden, sevinçlerimizden aşkımızdan korkuyor. Biz ise birikiyoruz bir çağlayan direncinde, bir gülüşün beyaz kanadında, ağıtların yakıldığı son cemde birikiyor öfkemiz. Birikiyor en güzel gün için olan sevgimiz.
Sana buradan bilincimde açtırdığım sevgi çiçeğimi yolluyorum.
“UNUTMAYACAĞIZ”
Evin Okçuoğlu

1 Mayıs 2010 Cumartesi

DEĞİŞİM DÖNÜŞÜM ve hatta BAŞKALAŞIM








“When people run in circles its a very very
Mad world –İnsanlar halka olmuş koşarken, bu çok çılgın bir dünya”


Bu şarkı sözü hiçbir yere gitmeyen anlamsızlık içinde devinen insanları nasıl da güzel anlatıyor.
Ama yaşadığımız çağ değişim çağı; ayak uyduramayan yandı. Değişime uymayanlar halaydan horondan atılır kalır gibi bir kenara itilir de çağdışı çağdışı ağlar köşesinde, kimse dönüp bakmaz yüzüne.

Dünya egemenlerinin medyadan sildiği, yok saydığı kişiler ne basit kalır garipsenirler. Örneğin, işinden atılmış, ücretini alamamışlar topluluğu bu değişimin karşısında eski bir film gibi soluktur. Eskiye ağıt yakılır ancak. Eskinin inkarı törenidir ağıtlar aslında. Her şeyi boş bir çuval halinde yere yığılana kadar boşaltırlar. Bütün ÖZler boşaltılır. Ama görüntüler yerindedir.

İşçiyseniz kaç aydır da ödenmemişse ücretiniz, gidecek hak arama yerleri yeni dekorlar konuncaya dek kaldırılmışsa, kalmışsınızdır fabrika parmaklıklarının arasında bir başınıza… üretim çarkının gönüllü mahkûmlarısınızdır. Yok yok üzülmeyin asla bu durum size hissettirilmeyecektir. Bayram var seyran var, koşun sizi satanlarla birlikte davul zurnayla oynamaya… Sizinle alay ediliyor palyaçosunuz artık; katilinizle kol kola, sizi satanla ense tokatsınız.

Değişimin demir ağlarındasınız… Değişimde artık bütün mekanlar ya ortadan kalkmış ya da başkalaşmıştır. Hak arama yerleri de silinir gider. ILO, sendika, çalışma bakanlıkları ve mahkeme duruşma… Hepsi ya eski moda ya mutasyonda…
Eski mekanlar, dağ taş, üretim araçları tek tek satılıyormuş. Olsun canım, değişim için her şey feda!!! Bakın ne güzel dönüyoruz dönüyoruz döndükçe çıkıyor aklımız başımızdan ama biz halen kendimizdeyiz sanıyoruz.

Öyle bir dönüşme ki bu kendimizden çıkıp BAŞKALAŞANA kadar sürecek. Bambaşka biri olacağız dönüştürücülerin elinde. Öyle ki, kendini aslan sanan fareler artık masal değil. Masal yazmak için de gerçeğin ta kendisini yazmak yetiyor bu devirde. Tüm köhnelikler parıldayan saray gibidir artık. Dönüşeceğiz diye koşup duran çılgın bir dünyada, varsayımları gerçek gibi görmeye başlatılmışızdır. Kendini patron sanan işçi canhıraş toplam kalite çemberinde kendisi ile rekabet edercesine çalışmaktadır. Hak hukuk için zaman yoktur; düşünmek ise sadece iş içindir. Kendi için bir şey düşündürülecekse onu da düşündürücüler düşündürür. Ne de olsa,
İMAJ –YAPICILAR, TANSİYON ARTTIRICILAR, GAZ ALICILAR vardır ülkelerde.

Toplumsal değişim dönüşüm ve hatta başkalaşım sürecinde oyuncak olduğumuzu göremeyelim diye yaftalar hazırdır. Çağdışı, ırkçı, şoven ve hatta gerici bile olursunuz eğer değişimi sorgulamak geçerse içinizden. Katilinizle el ele bayramlara gidersiniz. Başkalaştıkça katilinizi sever sayarsınız. Barış içinde bir arada yaşama tezini günde beş vakit terennüm ederek, özgürlük ve demokrasi diyerek kemiğinden sıyırırlar etinizi. Ruhunuz duymaz. Yanılsama içindesiniz. Bir gün deneyin bakın işçi kardeş, emekçi yoksul aç kardeş, memur işsiz veya emekli kardeş deneyin bir gün kendinizi çimdiklemeyi, hiçbir şey hissetmezsiniz. Başkalaştınız artık siz. Yemekteyiz izleyip doyun. Evlendirme programları ile aile kurun. Mayıslarda gaz almalık sürüler halinde gidin meydanlara düşmana sizi satanlarla kol kola salın gazınızı. Bambaşkasınız artık. Başkalaşım dedikleri bu işte, mutasyon yani… Garip bir yaratığa çevrilmiş ve dünyayı sarmış GDOlu mısır tohumları gibi hormonla kimliği şişirilmiş bir DÖNÜŞÜK oldunuz.

Başkalaşım devrinde aslında her şey aynıdır. Bakış açıları iğdiş edildiğinden değişiklik var sanırsınız. Yoksa sömürü aynı sömürü, açlık sefalet aynı, onuru kıran sadaka atmalar aynı. Ama siz ona FON diyorsunuz, fonlardan yararlanıyorsunuzdur artık. Adı fondur, sadaka değil, sus payı hiç değil… Yaranma dönemlerindesinizdir sadaka dağıtıcınıza. Yaranmak adına başkalaşmaya hız verirsiniz. İşte size çılgın bir dünya…

Nazım kabahatin çoğu sende canım kardeşim dedi.

Kendini bu rüyaya bırakan, sattıran kendi olmaktan çıkarıp başkalaştıran SİZSİNİZ.

Ve şimdilerde moda olan ÖTEKİne GÖKKUŞAĞI RENLERİNE ÇOĞULLUĞA BİN ÇİÇEK AÇSINLARA kanmadasınız.

Oysa BAMBAŞBAKAN komutasında başkalaşık tek tip insan süreci ilerlemekte gittikçe…

Yok yok artık başkalaştık hepimiz!! O yeni OLANA insan da denmez. Bilişim yönetişim gibi süslü sözler devrinde EMİR KOMUTA ZİNCİRİNDE ‘DÜŞÜNEN’ ROBOTLAR devridir olacak olan BAŞKALAŞIM bittiğinde…

29 Nisan 2010 Perşembe
















Tokat

bir çocuk bakıştan kopan milyonlarca şimşek
Uzakdoğu barakalarından çakan
al sana bir de yıldırım çarpması
emeğin tamtakır sofrasından

esmer kıtadan
göktaşı çarpmasıdır bu çığlık
tek tek kırar canevindeki kasaları
kamçı izleri şaklar
esmer tenli büyükkalleşin yüzünde

eğdirdiğin başların yumruğu Anadolu usulü
saralı yüzünde kıvılcım
hoyrat kılıç kalkan
tüm kıtalara sıçrayan çelik bıçak sırtında

geç bırakılmış kan fışkırması onurun
geçilmez sınırında dikilen dağ direnci emeğin
kükreyen can havli her adımda yüzüne çarpan
günü geçmiş vampirsevicileri korkutan
son tokat zinciridir şakırdayan

Evin Okçuoğlu

17 Nisan 2010 Cumartesi

YAĞMUR GİBİ

















Yağmur Gibi

birlik bitmiş ikilik başlamıştı
çağlar boyu toprağın en yoksun damarında biriken isyanla
tükenmez bilincin yağmurunda
ilk süzülen biz değildik ama buluştuk damla damla
isyanın bilinciydik döküldük bir anda
ve o andan sonra hep yağdık, biriktik
bulut kıvamından yağmur kıvamına

bu toprak ki sevgilimiz dünya
her damlası başkaldırıdır
her damlası kavuşma
dünyaya açılan pencereden süzülüşler boyunca
özümden damıttığım berraklığımla
….sevgili diyorum sana
……aşkgili
……….düşgili diyorum
güzel günüm
kaynayan kanayan hiç durmayan yanım
güleç yüzlü günler adına
ilk düşen isyan damlasından bu yana
hep kavuştuk suda
………toprakta
………….umutta

bilinçle
…..isyanla yandık
güneşlerce ısındığımızda
……..yükseldik bin bir damladan
milyonların arasına karıştığımızda en güzel buluttuk

ve biliyoruz artık
bir daha yağdığımızda sınırsız olacak bu dünya
ellerimizle sileceğiz karabulut izlerini
gökyüzü ışıyacak sevgili, gözlerimiz gibi

bir daha yağdığımızda çoğalacak düşdeşler
her penceresine yeryüzünün
gülücükler bırakacak güneş
sarı solgun bir yıldız kayıp gidecek
başımızı kaldırınca yukarıya
….bulut olacağız
yere indirince
…güleç bir toprak
damarlarımızdan insanlık ekini akacak
kıpkırmızı bir tan ağarmasıyla buluşacağız
ellerimizin gür ateşiyle beslenecek gelecek

Evin Okçuoğlu

11 Nisan 2010 Pazar















Çek-El

Batık dünyaların küfle süslü el oynaklığında
Ota alkole batmış kalemlerin gökten inmeli dizeleri sökün ederken
mürekkep ıssız beklemededir gün sayar geleceğe

çekilmez ellerin düşlerinden günübirlik kurmacalar çıkar bin bir ıkıntıyla
alkışlı şakırtılara karışırken her çıkana el pençe taraftar bayılır
çeken el çeker gün gün büyür koca kafalar
boş durmamış der “bizimkiler” çek çek gelir karşılığı haydan sonra huya gider

sanat dalları karışır birbirine için için tüter bir yanda
güç birikir önce, sonra gelir patlama
kaybedeceği yok dedilerse de büyükler zincirlerden başka
insanlık onuruyla koskoca bir dünya var, sayar gününü
ne göksel dolambaçları dinler ne ekmeğin tadına kul eder kendini
üretmenin ekmekten güzel tadıyla geçer en son köprüyü

geriye kalan tortular çek veren el kadar küçülür
son dilekleri olsa olsa gömülmek olur kutsadıkları sözlerle
tarih kusmazsa eğer kaldırmayıp midesi, son dilekleri de olur.


Evin Okçuoğlu

3 Nisan 2010 Cumartesi

Döner Kapı



“Yuh artık, sen de abarttın iyice. Utanmasan Denizlerin asılmasının da suçunu bize yükleyeceksin.”
“Tarihsel suç ortağıyız. Geçmişin de hesabını vermek durumundayız. Bugünkü işsizliği ele al örneğin; sömürünün tarihsel reaksiyonu sonucudur. Sömürüye karşı olamayışlarımızla yapmadıklarımız etmediklerimizle, yanlış yaptıklarımızla hepsi bir arada bu reaksiyonun içindeyiz. Bir nesil öncesinin biriken artı değerlerinin de hesabını sormak bu günün işidir o nedenle.”
Kapı aralıktı. İçeri girsem konuşmanın tam ortasına düşecektim. Keşke döner kapı olsaymış bu kapı… İşime gelmeyen bir şey görüp duysam kapının ötesine geçmem, döner dururudum. Hiç çıkışa adımımı atmazdım. Döner kapılar öyledir işte, sarmalından çıkmak için bir sıçrama yapmak gerekir. Yoksa dön babam dön. Bir de otomatik kapılar var. Onlara yakınlaşmayagör! Hemen açılıverirler, ondan sonra yürü ya kulum!
Bu kapı aralıktı. İçerde benim gibi içi geçmiş kuşağa hesap soran genç soluklular var. Pencere kenarındaki büro masasında oturan genç hukukçu, her şey birbirine bağlı diyor şimdi de,- ki öyledir- sonuçsuz kalan grevde, ölen yoldaşta, kırılan sol yanlarda hepimizin parmağı var. Faşizme köpürüp durdukça, egemen sömürgenlere hırslandıkça biraz da kendi beceriksizliklerimizi gizlemiş oluyoruz, diyor.
İçerisi aydınlık. Penceredeki tül açık. Kapının kıyısında odanın loş bir karaltısı gibi görünmeden duruyorum. Oda ile kapı ve kapının dışı hepimiz bir bütünüz aslında. Geçmiş, gelecek ve şu an gibi birbirine bağlıyız. Ben onlara göre geçmişin çürüyen yanıyım. Çok değerli olan yanlar da çürüyor, beş para etmez olan yanlar da. İsyanlar sessizlikle öldürülüyor. Bir kurşun geçiyor zamanın içinden ve kurşun fabrikatörü de üreten işçisi de kurşunu yiyen ve atan da hesabını veremiyor. Kapılar öpülmeyi bekleyen körpe dudaklar gibi aralık bekliyor. İçeri girmek de dışarı çıkmak da olası, kapıyı yavaşça örtüp mühürlemek de.
Annelerimizin file ile alış verişe gittiği günleri düşünüyorum. Kasalarla alınan çuvalla gelen patates soğanlar zamanı. Yükselen bir süreçti, kapitalistleşme süreci. Sonra mertlik bozuldu misali naylon torbalar ve Pazar arabaları dönemi başladı. Yeniden yapılanma ile canımıza okundu. Şimdilerde ise örneğin komşumuz Nurten teyze artık ardı sıra tıngır mıngır sürüklediği Pazar arabasıyla alış verişe gitmiyor. Çünkü öyle elde taşınamayacak kadar çok bir şey almaya kesesi yetmiyor artık.
Bu çocuklar gencecik pırıl pırıl bilinçleri ile neler diyor öyle! Tarihsel reaksiyonmuş. Türkçesini diyorlar hem de; tepkime mi neymiş reaksiyon. Elim varıp kapıyı kapatamıyorum. İçeriye de bir cesaretlenip giremedim. Ama kulağım onlarda, yüreğim gibi.
“Tarih hızlı yazılıyor ya işte ondan bütün bunlar.” Kapının solundaki masada oturan stajyer avukattan bu sözler. Kaç kez yeni paralar basıldı, sıfırlar atıldı değişti durdu hesap kitap işleri. Önceleri bir nesil geçerdi şimdilerde hepsi bir hayatın sayfalarına sığabiliyor. Dediği doru, gerçekten tarih hızlı yazılıyor.
Aklıma birden geliverdi hani şu kapıları incelesek tarihi anlamak daha bir kolay olacak. Kapılar önceleri iple çekilip açılıveren avlu kapılarıydı. Sonra ahşap kapılara kilit geldi. Sonra kapılar çelik oldu. Ve tam tersi de tüketim için olan kapılar mağazalarda otomatik açılır oldular. Yeter ki gelin girin tüketin. El değmeden açılıverir kapılar. Ya döner kapı neye benzer? İçerinin havası içeride dışarının havası dışarıdadır ama geçişlerde bir sıçramada değişir mekan. Ya içerdeyiz ya dışarıda, dışarı gidecekmiş gibi yaparak hep içerilerde kalmışız. O hamleyi yapana kadar kapı baca çekik kendi içimize kabuğumuza sarmal halde dönüp duruyoruz.
Burada dur yazar hanım. Okur Fırçası bölümü gelecek diye bekledik durduk kapı baca derken aldın lafı bırakmadın. Gözümüzden kaçtı sanma sakın hiçbir avukatın adını memleketini duyurmadın. İnsan kahramanların tasvirini yapar azıcık. Ha, sen bununla da bir şey ima ediyorsan o ayrı. Memleketleri neresi olduğu önemsizleşsin istiyorsun. İsimler kimlik bilgileriymiş, geç onları diyorsun. Anladık. Ama kapılarla bozmuşsun aklını yazarcım. Aç kapıları dediler açtık küreselleşme rüzgarında çarpa çarpa açıldı kapılar. Daha ne istiyorsun bizden. Kapısız bacasız apaçığız şimdi ele güne karşı neyimiz var neyimiz yok yağma talan verdik. Daha ne istiyorsun. Döne döne durmadan aynı yerde debelendik. İstediğin nedir şimdi, tarihin hızlı hızlı yazıldığından şikayet mi edelim. Olan olmuş bir kere. Sen çık şu kapı aralığından da asıl hiç açılmamış kapıları açmaktan söz et. Kulağının ayarını gençlere uydur gençlere. Bir de şunu unutma e mi yazarcım. Kapının kimisini de omuzlayıp açacaksın!
Evin Okçuoğlu

26 Mart 2010 Cuma

Hitler Bıyıklı Smiley

memur şehirlerinde, yemek molasında çıkarlar toplu yürüyüşlere,
gravatlı minik hitler robotçukları
her şey standartlara uygundur.
yağlı saçlarından itaat süzülür
elleri hep küçük işlerle doymaktan yamru yumru ve küçüktür.

hitler bıyıklı smileylere eşlik eder döpiyesli sivri topuk
aklında alamadığı bin bir eşya, boyatmak için saçını, bekler ay başını
dairede bin bir hesap oyun takla atan atana
dairede çizgiyi aşan aşanadır
sessiz tanıktır memur
sustukça robotlaşır.
akşam olur evlerde ışık söner erkenden.
bu memur başka memurdur,
kan emmeye memur edilenlerin eteğine doluşmuş.
cüce robot smileyler
gravatlı içi geçmiş.
kendi ütülemiş pantolonunu

güç kimde para kimde ise
o susturur memuru

nezih mahallelerde bol bol seks bar açılır
yaka silken mahalleli kaçırtılır
minik robot memurcuklar taşındırılır o semtlere
robotlar topluca gider oy verir
faşizm falan demek yasaktır sivil dikta ise safsata
olsa olsa bunun adı
tek seçenekli demokrasi olur eğer cüceler kanarsa.

Evin Okçuoğlu

12 Mart 2010 Cuma

BOŞ KÜME

Merhaba, ortalıkta salak salak dolaşıyorum. Rüştümü ispat ettim. 18inci yaş günümde bütün aile toplandık. Bizim oğlan artık adam oldu dediler. Hoş, ben kendim olalı çok oluyor da işte lafın gelişi.
Bu müzik de ne hiç sevmem soft rock. Duvarlar incecik bitişikten geliyordur. Komşuda hapşırsalar biz nezle oluyoruz, ne iştir yani…
Annem babam ve tüm büyükler kulağıma bir şeyler fısıldıyor her an. Onu yap bunu yap diyor. Yapıyorum. Ben ne zaman kendi istediğimi yapacağım bakalım. Neyse zaten ne istediğimi de bildiğim yok tam olarak.
“Aman oğlum ne denirse yap, bursun kesilmesin.”
“Evladım babana saygılı ol bak, üstünü başını alıyor, çalışıp didiniyor adam.”
“Hocaya iyi davran kızıp bağırsa da fiske bile vursa ses etme. Sınfta kalırsın alimallah!”
“Benle iyi geçin, yoksa karışmam. Bütün yaptıklarını anlatırım.”
“Ne o öyle biryantinle yapıştırmışsın saçını. Kimden öğrenirsin bu saçma tarzı bilmem. Bak komşunun oğlu Recep’e. Kuzu gibi oğlan valla…”
“Bırak artık şu müzikleri dinlemeyi bak artık koca adam oldun.”
“Bak o tip kitaplar okuduğunu görmesinler, kara listeye alırlar bilesin.”
“Evladım biz senin iyiliğin için diyoruz. Var bir bildiğimiz herhalde.”
“Bey, oğlan pek sessizleşti. Bir derdi var ama sorulmuyor ki bu gençlere de bir şeycik.”
“Aldırma hanım geçer. Bu yaşlarda olur böyle, delikanlılık işte.”

Sabah onların dediği saatte kalkıp, onların dediği gibi taranıyorum. İstedikleri gibi giyinip, onların istediği okulda derse gidiyorum. Onların istediği kitabı okuyorum otobüste. Onların istediği müzikleri dinliyorum. Aman yardım kesilmesin. Aman kızmasınlar. Aman sınıfta bırakmasınlar diye susuyorum. Aman geç olmasın diye hiçbir yere uğramadan eve geliyorum. Aman merak etmesinler. Aman aman aman!
Bütün herkesin tek işlevli uslu bir şekilde iş gören boş kümeler olduğu bir dünya burası.
Uyaran, ikaz eden, yola getirenlere eğitmen diyorlar.
İtaat eden tüm kimliği silinmişlere aferin delikanlı…
Okulda, sıramdayım, öylesine karalarken sayfayı, bir de baktım boş küme çiziyorum.
Boş kümeler… Boş kümeyim ben. İçimde ben olan bir şey yok.
Yuvarlakları, kafalara benzetiyorum, dolduruyorum sayfayı. Bir çizik atıyorum her birine. Ha var, ha yok hesabı!
Aman sayfayı yırtayım. Ne bu demesinler şimdi. Bir saat anlatamam sonra derdimi. Sonra işin içinden çık çıkabilirsen. Ne boş kümesi ne demek istiyorsun derler falan neme lazım. Derste başımı kaldırmıyorum ki hoca ne o dik dik bakıyorsun demesin…

Oğlum 18ine girecek. Ona anlatacağım. Bizim zamanımızda itaat vardı, saygı vardı. Biz böyle gördük diyeceğim.
O da okusun adam olsun…
Benim gibi.


Evin Okçuoğlu

25 Şubat 2010 Perşembe

Sağda Solda Ne Var Ne Yok?

Solda akpye gözünü dikenler ve sistemsel sürecin küresel bağlarını göremeyenler var. Akpnin eli ile yıkılacak bir TCnin çözülmesini çare sananlar var. Milliyetçi etnik farklılıkların ırk düşmanlığı var. Kapitalizmin yükselişindeki görece burjuva demokratik kazanımlara geri dönmeye hevesli Atatürkçüler var. Oysa artık burjuva demokrasisi yerini dinsel faşizme terk etti. Sistem, ekonomik sıkıntılarını başka türlü aşamıyor.
Sağda milliyetçi Türklerin bu hale gelişin faturasını bir etnik kesime çıkartıp koskoca kapitalizmi aklayarak yaptığı ırk düşmanlığı var. Cemaatlerin uluslar arası ekonomik kenetlenmesini dinsel ruhani bir olay sananlar var.
Gözünü sağda, dine ırka dikenlerin yanlış yapması kadar, solda da ırka ve dar bakışlı yanılgılarla sadece akpye göz dikmek bütünü görmeye engeldir. İşte bunu gören yok, demeye de dilim varmıyor. Gören az diyeyim. Yani olanı biteni ekran karşısında iki kelime yorumla geçiştiren var da bütünlüklü bakan pek yok.

Bütünlüklü bakış, bütün kurum ve kuruluşları ile ekonomik sistemin uygulayıcıları kim olursa olsun, emeği ile yaşayanları ekonomik bir kıskaç içine almış olduğunu ve bundan geri adım atmayacak kararlılıkta olduğunu görür. Hayatın nesnelliğinde zaten üç kuruş maaşı yitirmemek için sessizliği seçenler, o maaşın nasıl kemirildiğini çok geçmeden görecektir. Böylece sermayedarların görünen köy misali anlamış olduğu gerçeği, yani uzlaşmaz çelişkinin sınıfsal olduğunu, işçi, memur da anlar. Safların hızla netleştiği süreçte yerini alır. Emeğiyle geçinenlerin safını belirlemesini önlemek için gözünü yanlış yerlere dikmesi istenir, sağda ve solda olmadık düşmanlıklarla birbirlerine düşürülmeye çalışılırlar. Gözünü açanı sahte örgütlerde oyalayarak zaman kazanırlar. Kazanıyorlar. Geçmişteki kazanımlarında büyük pay sahibi olan işbirlikçi sağda solda neler neler var. Sendikalar partiler ve stklar bunlara dahildir. Geçmişte solun dediği örgütlenelim sözünü, şimdi sermaye sınıfı ve gizli yandaşları söylüyor: bilinçlenen emekçilerin yerini belirleyip gözetim altında tutmak için aman örgütlenin diye yalvaracak haldeler. Bazen böyle genel kitabî sözler, nesnel durumların özel hallerinde geçerliliğini geçici de olsa yitiriyor. O nedenle kitapların ve kişilerin emirlerine saplanmadan, diyalektik materyalist yöntemle günümüzü açıklayan saptamaları özgür akılla yapmak gerekiyor. Öyle yapınca da insan ister istemez örgütlerin dışına çıkın demek istiyor. İşçiye fren koyan sendikalarda, partilerde mi örgütlenilecek diyor. Çıkarları karşıtlarıyla bir liderlerin eteğinde toplanmak mı örgütlülük!
Bu sistemi kurtarmak için kirinden arıtmak isteyenler görecek ki geriye bir şey kalmamış… Sistem kirden ibaretmiş… Senelerdir görüldü ki bu kir seçimle temizlenmiyor. Bu zehirli, yabancılaştırıcı, metalaştırıcı kirin panzehiri sosyalizmdir. Gözü ona dikmek gerekir.

Evin

14 Şubat 2010 Pazar

AŞKIN "N"Sİ VAR



Bütün aşıklar Aşk'ın hastane odasında bekleşiyorlardı. Aşkın nesi var böyle? Öldü ölecek aşk. Zavallı Agop prezervatif dükkanına kocaman bir kilit asmış. Bir kasa çilekli prezervatif alıp çekip gitti. Haiti'ye gidecekti ama deprem dolayısıyla vaz geçti. Pornostan'da karar kıldı. Romeo elinde baldıran zehri Jülyet'le Şekspir'e kötü kötü bakıyordu. Jülyet ise kendisini yaratan Şekspir'e kötü değil sitem dolu bakmaktaydı. Aslında Romeo ile gökyüzünde bulutsu bir yatakta sabahtan akşama beraberler. Keyifleri bu dünyada olmadığı kadar yerinde... İsa Musa Muhammet biz demedik mi size öbür taraf harika gelin diye der gibi kafalarını sallıyorlar.

Hastane kapısında gözü görmeyen Kerem, bastonu ile Aslı'nın arkasından ilerliyor, Aşk'ın ölüm döşeğinde hazır bulunmak için hızlı yürümeye çalışıyor. Dağları delen Ferhat elinde balyozu Şirin'e aldırmadan iri cüssesini iyice belli eden bir badi giymiş. Bütün hemşirelerin hayran bakışları altında beyaz hastane koridorunda yağız bir eda ile ilerliyor. Her adımında sanki yer gök sarsılıyor.

Bütün ünlü aşıklar orada idi. Basın mensupları arasında bir dalgalanma oldu. Türk filminin ünlü aşıkları da oradaydı. Kenan "Nolamaz nasıl nolur? Naşk Nölemezzz" diyerek hastane kapısına geldi. Nalan -gecekondulu esas kız,- takma kirpiklerinin altından hülyalı bakışlar atarak "Kenan dur beni bekle" diye seslendi.

Aşk komadaydı. Film piyasası telaşlıydı. Aşk'ın ölümü iflasları demekti. Miki filmciler, Sex shoplar tüm seks piyasası aşkın yan ürünleri olan jinekolojik sağlık donanımları herkes, aşkın yaşaması için çırpınıyorlardı. İşte o en güçlü duygu, kendinden geçmiş sayıklıyordu. KenaNalan ikilisini gören halk çareyi bulduğunu düşünerek Arşimetvari bir gürültü ile hastane kapısı önünde itişip kakıştılar. Ferhat ile Şirin'in Kerem ile Aslı'nın ANONİM yazarları olarak söz hakları olduğunu düşünüyorlardı. Onlara kapıdaki medya ve seks sanayicileri kulak asmadı. KenaNalan KenaNalan diye bağıran halkın ne dediğine kimse aldırmıyordu. Hastaneye yeni geldikleri için KenaNalan'ı alkışla karşıladıklarını sandılar.

Aşk yatağında bitkin yatmaktaydı. Kenan kalabalığı yararak içeri girdi. Nalan peşindeydi. Yapışık kardeş gibi hiç ayrılmıyorlardı. Onları birbirlerine bağlayan "N"ydi. Aşk kıpırdandı. Herkes doktorun son durumu açıklamasını bekliyordu.

Doktor Haydabre Sümen aşkın zehirlendiğini duyurdu. Bu zehire bir panzehir bulmak gerekiyordu. Panzehir için bütün ilaç sanayi seferber olmuştu. Ama her şey boşuna gibi görünüyordu. Kenan bütün ters giden duruma karşın odaya saygı ile girdi. "Nolamaz Naşk, Nölemezsin," dedi. "Bak Nalan da burada sana şefkatle bakıyor" KenaNalan el ele tutuştular. aşk kıpırdandı. Gecekondulu Nalan'ın saçlarından yoğun bir saç spreyi kokusu odayı sardı. Altın makas kuaför reklamı alt yazı geçti.

Zincir mağazalardan kalp şeklinde çikolatalar, sevgililer günü hediyeleri, feysbuk çiçek böcekleri dolusu bir kamyon hastane kapısına yanaştı. Damperli kamyon hastane bahçesine bütün hediyeleri boşaltıp gitti.

Aşkın soluğu iyice zayiflamıştı. Azrail aşkı yok edeceği anı nefretle beraber bekliyordu. Pencereden kara bir bulut gibi içeri sızdılar. Nefretin N'si ile KenaNalan'ın N'si birbirlerini görünce allak bullak oldular. Azail iki adım geriledi.

Aşk inledi.

N'ler oluyor böyle!!!!

İşte edebiyatın gücü!

Yapıştırıcı tutkal gibi!

Panzehir gibi...

KenaNalan'ın N'si Nefret'in N'sini bir uzanışta aldı. Parmaklarında çıtır çıtır pire gibi ezdi.

ANONİMLER KenaNalan sloganları ile medyayı, seks sanyicilerini ve dahi ilaç sanayicilerini çiğneyip geçtiler. KenaNalan'ın N'sinin Nefret'in N'sini elinde ezdiği gibi ANONİM de onları ayakları altında ezdi.

Çöp kamyonu geldi. Bahçedeki hediye dağını alıp geridönüşüm kutusuna attı. Ve çöpçüler geri dönüşmeyecek şekilde çöpü sildiler.

Aşk'a gelince...

Aşk'ın soluk alışı biraz düzeldi. Aşk'ın kulağına ANONİM'in sesi gelmeye başladı. Aşk bu sesi duydukça şifa buluyordu.

KenaNalan daha sıkı el ele tutuştular. İşte Türk film endüstrisinin yarattığı en imkansız olay olarak orada duruyorlardı. Zengin adam fakir kız edebiyatı işe yaramış gibi görünüyordu. Sokaktan gelen ses bunu doğruluyordu. ANONİM KenaNalan diyor başka şey demiyordu.

AŞK'ın N'si yoktu ki nefretin N'sini yenebilsin. O güç KenaNalan'daydı. ANONİM de bunu anlamıştı.

İşte mutlu son.

AŞK UYANDI artık. Uyanır uyanmaz büyümeye ve sarmaya başladı her yanı.

Ben böyle uyanık aşk görmedim. Doktor Sümen'in ve N'siz kalan EFRET'in yanından ipeksi bir hışırtı ile geçti. Gökyüzüne yeryüzüne dağa bahçeye sokağa doğru yayıldı. Her yer AŞK oldu.