ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

20 Aralık 2016 Salı

HIZLI YAZILIYOR TARİH



hızlı yazılıyor tarih
ellerimiz yetişemiyor
yüreklerimiz yetişemiyor
ve kanımız canımız
ve onurumuz

tarih ezerek geçiyor
kaldırılamayan başların
savruk satışların
bizi bizden çalışların üzerinden geçiyor

zaman hızlı akıyor
can verişin içinden
parça parça didik didik oluşun içinden akıyor
aktıkça yaklaşıyoruz o körpe hayata

yepyeni bir çağın habercisidir
gelmek için hevesle ellerimizi bekler
yüreklerimizi
sevinçlerimizi
umutlarımızı besleyerek bekler
güzel şeylerin de olabileceğini müjdeleyerek
sesini gittikçe yükselterek bekler

o kol kola girmek gibidir
birikerek taşana dek
ayakta kalma nedenimizdir
gerçeğe sarılmış bir köktür
aşkla beslenir
işle beslenir
düşle beslenir



10 Kasım 2016 Perşembe

elinde cicek olan annemin siiri

Atatürk Sevgisi

Bir Atatürk vardı çocuğum
Ben O’nun kurduğu O’nun beslediği,
Taptaze Cumhuriyeti soludum doğarken.

Bir Atatürk vardı çocuğum,
Anneme, babama okuma yazma öğretti,
Ben henüz bebekken.

Bir Atatürk vardı çocuğum,
Gözü gönlü cumhuriyet dolu
Cumhuriyet dendi mi,
İçi titriyordu
Ben o Cumhuriyet’le büyüdüm çocuğum.

Bir Atatürk vardı çocuğum,
Türklükle öğünen
Türklüğe güç veren
Türkü cihana, O tanıttı çocuğum.

Bir Atatürk vardı çocuğum,
Siyasetçiydi, askerdi,
“Bu vatanı devrimler yükseltecek” derdi.

Bir Atatürk vardı çocuğum,
Düşmanın yenemediği,
Sultanın baş eğdiği,
Kadını çarşaftan kurtardı,
Festen de erkeği.

Bir Atatürk vardı çocuğum,
“Gençler…” diyordu
“Ufukların ötesini görünüz
Dinlenmek için, yürümeye karar verirseniz
Asla yorulmazsınız.
Yorulsanız bile, beni takip ediniz.”

Bir Atatürk vardı çocuğum,
Onun izinde yürüdük, yürüdük.
Yorulmak bilmedik. Bilmedik amma,
Bir sonbahar günü onu kaybettik.

Bir Atatürk var şimdi çocuğum. Benim
O’nu benim sevdiğim gibi, sevebilirsen eğer
Sana vereceğim.
Atatürk nasıl sevilir?
Atatürk’ü sevmek kolay değil.

Bir Atatürk var şimdi çocuğum,
Verdiklerini geri istiyor.
“Beni sevmek için, beni anla” diyor.
Atatürk’ü anlamak kolay değil.

Bir Atatürk var şimdi çocuğum,
“Devrimlerimi tanı” diyor.
“Devrimlerimi koru” diyor.
“Devrimlerimi yaşat” diyor
O zaman sen de bir Atatürk’sün çocuğum.

Canım Annem                    
K  Muhadder Okçuoğlu/1966

9 Ağustos 2016 Salı

EDEBİŞKOCULAR



Edebişkocular

Kadehlerde kırılsın dizeler
“Yaz kardeşim bir dize de benden”
Süzüm süzüm süzülsün imbiğiniz
Damlası değer
“Muhteşemsin şekerim”
Gizli gizli konuk ol
Bu yapışkan festler günlerce sürer
Hangi kriz engel olabilirmiş ki sana
Kömür değil ödüller dağıtırlar
Edebişko ıssızdır insan barındırmaz bağrında
Salya sümük yalnızlıklara ağlaş dur
Yaz hadi durma kağıdında alkol lekesi
Kaleminde küflü sözler
Daha dolmadı gün
Şiire öyküye romana
Düşmedi daha emeğin sesi
Postu sermişsin post modaya
İnsansız ıssız kalemşörün yandaşlığında
Çürüt dirseğini -çürümüş yüreğinden başla
Şiiri öğret öyküyü öğret bakalım
En uygun fiyatla
Kalıp şablon koy duyguya -isyana dizgin
“Yaz kardeşim bir dize de benden bu gece”
Tekil sarhoş sözlü -şiirli gecenin kahramanları
Etkin etkinlikçiler -yurt dışı bağlantıları
Yazın çizin karalayın
Ne kadar anlaşılmazsa
O kadar iyi
Ne kadar gizlerseniz kendinizi
O kadar güzel
Görecek bir şey olmadığını
Kutsayın birer birer.

2009 
Evin Okçuoğlu



12 Temmuz 2016 Salı

ÇIKIŞ 2



ÇIKIŞ 2
YALÇIN KÜÇÜK
“DELİ ÇOCUK” “BU KİTAPTA HEYECAN VAR” DİYOR
Bu kitapta heyecan var. Önsöz intikam diye başlayıp ışıklarımızı yakıyorum diye bitiyor. Bu kitabın yazarı kendisine “deli çocuk” denmesine sevinçle yaklaşan Yalçın hocamızdır. İntikamında Osmanlıcılara Ottomanız, Atamanız diyor ve yazmasını Kuzguncuk semtinin Kudüscük (Little Jerusalem) olduğu girişi ile müthiş bir heyecanla sürdürüyor.
Kitapta dokuz sure (kısım) var. Bunlardan üçüncüsü Deniz Hakan tarafından yazılmış. “Ahlak Teorisine Dönüş” “Artık Demokrat ve Ahlaksız Adamlarız” başlığını taşıyor. Okan İrtem’in kaleme aldığı beşinci surenin başlığı ise “Bir Pagan Kuruluş” “Çok Dinli Doğum: Osmanlı”.
Yıllarca bir aydın kişinin umut olacak söylevini duymak istemi ile toplantılara katılmışımdır. Beni tatmin edecek bir söylem ile sağlam bir duruş ve saptama ile karşılaşmadığım için hayal kırıklığına uğrayarak döndüğüm toplantıları anımsıyorum. Yurda dönen Server Tanilli hocamız bile yeterli heyecanı yaratamamıştı. Bence kitleleri sürükleyici olan hitabetten çok düşüncelerin gerçekliğin ürünü olarak doğru yönü işaret etmesidir.
Heyecan duyuşunu hiç yitirmeden direngenliğini sürdüren Yalçın hocamız her kitabında savaşıyor. Savaşımız, (savaş değil de savaşımız diye vurguluyorum) “Ortaçağ misali zaman sadece an’lıktır. Tarihi olmayan ve zamanı akmayan bir millete dönüyoruz.”(s: 41) saptamasından yola çıkarsak, durdurulmak istenen akış ileri doğru sürsün diyedir. Bu savaşım bizim içindir. Bizim ileri doğru sıçramamıza engel olanlara karşı yapılan bir savaştır. Gericilik ve ilericilik eksenindeki bir sınıf savaşıdır. Onu okuyarak anlayarak ve anlatarak bu savaşın birer neferi olmak boynumuzun borcu olmalı diye düşünmekteyim. O nedenle bu kitabı tanıtmalı, okunmasını sağlamalıyız. Gerçekliğe dayanan çok titiz akademik çalışma, çok dilden kaynak araştırma sonucu sentezlenmiş saptamalar içeren ÇIKIŞ 2’den bazı kısımlara alıntı olarak yer vermek istiyorum.
“Böylesine topyekun destekli bir iktidar ile tarihimizde ilk kez karşılaşıyoruz ve benzeri hiç yoktur.” “Tarihimiz, en büyük ihanetle karşı karşıyadır ve tam bir kuşatma mevcuttur.” (s: 43)
“Çökmelerine rağmen hâlâ düşmedilerse üçü bir yerde olmalarındandır. Akepe ve cehepe ve mehepe üçü birdir. Üçü tek partidirler.” (s: 46)
Ben buna blok diyorum. Bir blok olarak meclisi kaplayanların cumhuriyete saldırısı, cumhuriyeti eski rejim haline düşürerek her yerde “yeni”yi palazlandırma çabaları sürerken korku da egemendir. Egemenlerin korkusunu ortadan kaldıracak şeyi Spinoza’dan aktarıyor hocamız. “Spinoza, daha 1690 yılında formülü vermiş durumdadır. Yeni iktidar, ’sabık kralın dostlarını, yakınlarını ve dost olduklarından şüphe ettiklerini öldürerek’ korkudan kurtulmayı ve kendini güven altına almayı sağlayabilmektedir.” Böylece Ergenekon tutuklamaları ile “dalga dalga” yapılan 1793 Fransasındaki tutuklamalara anlam verilmiş oluyor.
Tarih derslerinde olaylar savaşlar kahramanlar veya diğer ünlü kişiler kendi dönemleri içinde bize hep doğrusal olarak ve parçalı öğretilmişti. Aynı dönemde Avrupa’daki olaylar oluyorken Asya’da neler olmaktaydı gibi bağları kurmadan, eş zamanlı bir dünya bakışı vermeden geçer giderdi tarih dersleri. Bunu hatırlamama neden olan alıntı şöyle: “Spinoza ve Sabetay Sevi aynı çağın insanlarıdırlar. Sevi’nin çıkışı 1666 ve Spinoza 1670 olmakla, her ikisi de konverso’durlar. Spinoza, İzmir ile bağlantılı idi ve ben, yıllar önce, Amsterdam ile- Spinoza Amsterdam’a yerleşmişti ve Sevi ise İzmirli olup, İzmir arasında hem güçlü bir işbirliği ve hem de rekabet olduğunu yazmıştım.”
Çıkış 2’yi okurken okura bir önerim var. Yanınızdan kâğıdı kalemi eksik etmeyin. Tarihin içinde siyaset ve filozofların arasında 17. 18. Yüzyılda gezinirken okuma listenize ekleyecek yeni başlıklarla karşılaşıyorsunuz… Montesquieu’nun İran Mektupları, Kanunların Esası, Diderot’un Körler Üzerine Mektup, Rahibe, Ramaeu’nun Yeğeni,  Buffon’un Doğa Tarihi, …
Devrimler her zaman incelemeye değer dönemlerdir. Geçmişte yayınlanmış olan devrimler ve karşı devrimler ansiklopedisi ciltlerimiz vardı. Yalçın hocamız devrimlerle ilgili incelemesinden çıkarımlarını paylaşmış: “ Açabiliriz, bir Fransa ki, muhalif olma ile dinsizlik moda idi ve büyük modadır; ama çok küçük bir azınlık modayı izlemektedir. Bu durum bize, Büyük Fransız ve Büyük Ekim Devrimleri’nin halini ve dayanağının çapını anlatmaktadır. Buradan, asillerin kırıldığı ve feodalitenin dezaktivize olduğu sonuçlarını çıkarabiliyoruz. İhtilal’e kadar bir politik boşluk var. Demek ki, büyük devrimler çok büyük ancak sessiz bir desteğe dayanan küçük azınlıkların işidir. Asıl güç çok yoğun ideolojidedir; bu o kadar öyle ki, Tocquville, Ancien Régime’i yıkan Fransız Devrimini dinsel saymaktadır. Din ile ilgileri yok ama hedeflerine dinsel bir bağlılık gösteriyorlar.”
İşte bu günü anlamakta bize ipuçlarını birer şifre misali veren hocamız, vargılarına ulaştıran birçok kaynağı taramaktan bizi kurtarıyor. Gustave Lanson, belki de 12 Eylülün bitmeden sürmesini ve akepenin yolunu açmasını 1912 yılında yayınlanan Fransız Tarihi ve Edebiyatı çalışmasında anlatıyor. Hocamızın alıntısı içinde Lanson’un sözleri tırnak içidir: “…’zaten önceden yarı yarıya yapılmıştı’, demektedir. Ancien Régime kendisini yıkan ve temizleyen İhtilal’in işlerini yarı yarıya tamamlamıştı, bunu anlıyoruz.”
Bu anladığımızın hayata geçişi sırasındaki hukuk çiğnemeler için yapılacak açıklamanın hukuk tarihinde “düşman ceza hukuku” diye adlandırıldığını okuyoruz. Ayrıntısını Yalçın hocamızın kutucuk tekniği ile kaleme aldığı bölümde okuyabilirsiniz. (s: 73)
Deniz Hakan’ın müthiş çalışması üçüncü sureye geçmeden son bir alıntı günümüze ışık yakıyor: “Ve 1967 ve 1973 tarihlerinde Sovyetler, Mısır’ı ve Nasır’ı yalnız bıraktılar. Şimdi Putin, Esad’ı yalnız bırakmamaktadır. Ne demek, Ruslar, yobazizim ile savaşmak için sıcak sulara indiler.”
Deniz Hakan’ın sayfalarında neredeyse altı çizilmedik yer bırakmamışım. Birkaç alıntı ile bana hak vereceğinizi umuyorum: “Robespierre ve Machiavelli, egemen sınıfları, kamu çıkarı için ve zor yoluyla alaşağı etmeyi savundukları için suçludurlar. İnsan hakları ve demokrasi kavramlarını bir kaide üstüne koyarak kutsallaştıran tekelci dönem, kamu çıkarı tartışmasını gözlerden saklar ve şiddet tartışmasını, ‘ne için’ ve ‘neden’ sorularından kopararak, neredeyse boş bir uzayda, ‘şiddet iyi midir, kötü müdür’ tartışmasına indirger.”
Filozofları gerçekçi ve kamudan yana bakış açısı ile irdelemeye çok gereksinmemiz var. İşte Hobbes için Hannah Arendt ile aynı fikirde olan Denizkızımız şöyle diyor: …Hobbes da, ‘İnsan insanın kurdudur’ derken değişmez bir insan özü tanımlamış oluyordu. Hobbes’un yaptığı bu kez, soyluların hırslarını ve oluşum aşamasındaki kapitalizmin ‘günahlarını’, ‘mutlak rekabet ilkesini’ insan doğasına yüklemekti.” (s: 91)
Aklın dinsel dogmalara inançlara teslim edildiği çağların içinden çıkan bugüne ışık yakan yönü ise kısa ve öz olarak okuyoruz: “Aklın kullanılması önündeki her engel, aynı zamanda özgürlüğün ve ahlakın da önündeki engellerdir.” (s: 96)
Denizkızımızın Yalçın hocanın iyi bir öğrencisi olduğu nereden belli derseniz çok net araştırmacı çok kaynak taramacılığından diyebilirim. Bilgilerin havada köksüz çalı gibi uçuşmamasından da bunu anlıyoruz. Işık yakmak için geçmişin aydınlanmacılarının kapsamlı incelemesini zevkle okuyoruz. Postmodernizmin her şeyi bağlamından soyduğu süreçlere inat geçmişin ışığını bugüne taşıyıp bugünü daha net ışıklandırmak aklın bilimle netleşmesi ne kadar yerinde olmuş. Edebiyata da aynı bakışla bakmamız gerek. İşte kısa bir değinme: “Sosyalist bloğun yıkılmasının ardından tekeller, artık yalnızca sosyalist olana değil, modern olana da fütursuzca saldırmaya cüret edebildiler. ‘Kahraman’ dediğimiz, romanda da olsa artık tekelleri rahatsız etmektedir. İrade, ahlak ve kavga artık aranan özellikler değildir. Yüksek insan out’tur. Martin Eden yerini Dexter’a, Julien Sorel yerini Familiy Guy’a bırakmıştır.” (s: 105)
Üçüncü bölümden, Deniz Hakan’dan son alıntımızla ayrılıyoruz: “Ahlaka dönüş mü, yirminci yüzyılın tutkusunun kölelik olduğunu söyleyen Camus’nün ısrarla yazdığı gibi, artık sadece başkaldırıdadır.” (s: 127) Çalışmasını Yalçın hocasına ve dedesine (Süleyman Üstün) yakışır şekilde yapmış olan Deniz Hakan’a teşekkür ederim.
Tekrar Yalçın hocamız sözü alıyor. Bize iki kişiyi tanıtıyor. Zafer Toprak ve Güngör Uras… Okuma listenize Prof. Zafer Toprak kitaplarını eklemeniz kaçınılmaz oluyor.
Okan İrtem karşılaştırmalı dilbilgisi gibi karşılaştırmalı tarih çalışması yapmış. İki farklı tarihçiden yararlanarak gerçeğe varmayı çalıştığı bölüm gerçekten önemli netlikleri içeriyor. Çıkarımlarından alıntılar: “Böylece ilk İslama geçen Türk devletinde Arap değil, İran etkisini bulmuş oluyoruz.” (s: 236)
“Türkmen boylarının yurt kurdukları topraklar İranlıların nüfuz alanı içerisindeydi. Yerleşik kültürü ile İran ise o yıllarda sanki hiç kurumayan bir resim tablosuydu ve tuvaline girip çıkan Türk boylarını tepeden tırnağa kendi rengine boyuyordu.” (s: 236) Bu kısmı okurken nasıl sevindim anlatamam. Böylesi imgesel anlatımla süslenmiş edebiyata yaklaşan bir ifade ile karşılaşmak çok hoştu. Kutlarım.
Bir örnek daha vereyim de bu güzel imgesel ifade yalnız kalmasın: “İslam Türkler için, sanki içinde eski dinlerini biriktirdikleri bir tür kumbaraydı; herhalde onda tüm eski dinlerini de muhafaza ediyorlardı.” Dinler tarihinde böylesi bir geziye çıkardığı için hocamızın sevgili öğrencilerinden Okan İrtem’e teşekkür ederim. Böylece Osmanlı’nın doğuşundaki etkilere daha net bakmış oluyoruz. Bu arada Mevlanacıların da bu bölümü iyi okumaları gerek… “Bu açıdan Mevleviliği ve Türkmenleri iki ters yönlü akım olarak düşünebiliriz. Biri içerde ve zenginliğin biriktiği şehirlerde kalırken, Türkmenler ve heteredoks dervişler kırlara ve sınır boylarına doğru ilerliyorlardı. Zenginlik vaat etmeyen Osmanlı’nın Mevlevilerin dikkatini çekmemesi bu açıdan doğaldır.” Osmanlı Türk İslam değil Türk Rum senteziydi… İşte Yalçın hocanın dediği intikam budur.
Bir bitişe sahip olmayan sürekliliği olacak olan bir Çıkış’la karşı karşıyayız. Devrimci durumda olduğumuz ve çözümün ise daha laik daha halkçı daha eşit bir cumhuriyet olduğunu saptayan bölümün ardından, dönenlere, başkaldırıya elveda diyenlere elveda diyor hocamız. Yükleri atıyor. Tarihi anıları olarak okuyoruz. Bir tür tarihsel dedikoduyu andıran kısımlar var. “Başkent Hastanesine gitmiştim. Haberal hocam yurt dışındaydı. Fatih Hilmioğlu hocamı gördüm ve son derece sağlıklı ve moralli buldum. Pek sevindim, koğuşta hep soruyordu, ‘bize ne yaparlar’, cevaben bir tarih tutmuştum, bu tarihe kadar en az beş yüz kişilik bir katliam olmazsa, ‘biz çıkarız’ diyordum. Ve süre bitti, ‘çıkarız hocam artık tutamazlar’, bunu hep tekrarlıyordum.” (s: 281)
Sonlara yaklaşırken, Tarihi yer bizim k… mızın konduğu yerdir diyen Aziz Nesin ile kotardığı Aydınlar Bildirisi ve Yaşar Kemal bölümü var. Afşar Timuçin hocamızla yapılan söyleşiye de bir kutu içinde yer verilmiş. Okunması gerekir.
Konu cehepe liderinden açılmışken Hocamız çok yerinde bir çağrışımla Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki epsilon insan tipini vurguluyor. Bu kitabı da listenize ekleyiniz.
Kazanımlarımız ve güzel haberlerimiz bu kitap ile netleşiyor. Nerede görürseniz okumalısınız. Okan ve Deniz’li bir üniversite olmayı heyecanla müjdeliyor hocamız. Artık Yalçınlarımız üniversitedir. Tükenmiyorlar. Çoğalıyoruz.
Evin Okçuoğlu
25 Ocak 2016

SEHER UYKUSU



SEHER UYKUSU *
Evin Okçuoğlu

Bir romanda olması gereken özellikler nelerdir? Öykü ile romanı birbirinden ayıran nedir? Bu sorulara yanıtı veren öykü ustası Anton Çehov öykü için şu benzetmeyi yapar; bir evin önünden geçerken pencereden görünen bir kesit… Roman ise roman kahramanlarının yaşamını derinlemesine irdeleyen edebi eserlerdir; kısa bir kesiti değil, tüm yaşamı kapsar. Ayrıca romanlarda yaratılan karakterler kendi doğalarına uygun beklenen tavırlar içinde olur ve süreç içinde bir değişim gösterirler. Bu değişimler ise olay örgüsü içinde akar…   
Yazarımız İbrahim Koyun Seher Uykusu adlı eserinde yer zaman vererek yakın tarihimizin bir kesitini işliyor. İşlenişte ana roman kahramanı yanı sıra yan figürlere yer veriyor. Ana figür çevresinde devinen süreçlerde bu kişiler arası ilişkiler karakter yapıları bütünü ile belli bir dönemin siyasal ekonomik ve sosyal yapısına ışık tutuyor.
Yazarın belirgin yönlerinden biri betimlemelere çevre tanıtmaya özen göstermesi, bir diğeri de kişilerin hiçbirini abartmaması, iddialı hamasi bir sloganlaştırmaya gitmemesi… Kurgu olarak da okuru hiç zorlamadan yürüyen bir akışa sahip olan roman Ege’de Aydın ilinde geçiyor.
Aydın Ovası ve Aydın Dağları betimlemelerinde yazar bizi adeta romanın geçtiği yerlere doğru esen rüzgârla taşıyor. Kendimizi dut ağaçları ve palmiye altında, süs havuzlu, heykelli bir parkta buluyoruz. Parkın müdavimleri romanın kahramanlarıdır. Filozof Avni, Seyit’in çay bahçesinde çalışan akrabası Kasım ve parka gelen öğrencilerden Bahar ve İpek ilerleyen sayfalarda bizi kendi dünyalarına çekmeyi başarıyorlar.
Küçük esnafın hayata bakışı, ekonomik hayatın 80 öncesi ve sonrası nasıl değiştiği, ekonomik ve politik düzeneğe bu değişimin yansıması romanı bir 12 Eylül öyküsü olmaktan çok daha fazla bir şey yapıyor.
Roman 12 Eylülü işliyor diyerek kesip atarsak çok eksik bırakmış oluruz. Okuyacağınız, acıklı işkence anlatımları ve yaşanan vahşet öne çıkarılarak sıradanlaştırılmış bir 12 Eylül romanı değil… İçinde bilinçli, bilinçsiz, katil, filozof, yoksul, zengin ve eğitimli, eğitimsiz olsun birçok insan var. Onların kişisel yaşantılarının evveli sonrası var. Bu insan ve insancalık özlediğimiz bir şey… Eti kemiği ile kanı canı ile duyguları kavgaları ile abartmadan ama yiğit insanlar olduğu gibi kötücül yanları ile toplumsal saflaşmada yerini alanlar bir arada yoğurulmuş.
Bu parkta, hayatın bir parçası olan aşkın da olması çok doğal... Gerçek aşk, gençlik aşkı, aşkla yüklenilen fedakârlığın boyutları bir sarmaşık gibi ideolojik farklılıklar, kişilik farklılıkları ve sosyal statüler ile sarmalanmış olarak seriliyor romanda…
Roman, cumhuriyetin ilk yıllarında ve 70’lerdeki eşkıya kavramında bile nasıl bir değişikliğin olduğunu gözler önüne seriyor. İki alıntı ile paylaşıyorum: “Zenginlerin yolunu kesti, soygunlar yaptı ve meskenlerini basıp haraç topladı. Yaptığı baskın ve soygunlardan topladıkları para ile ganimetlerin büyük bir bölümünü el altından yoksul halka dağıttı. Yaptığı yardımlar sayesinde itibar gören ve saygınlık kazanan bir eflkıya oldu. Bu sevgi sayesinde jandarma baskınları ve kurulacak pusuları önceden haber alıp kurtuldu. Böylece serbest dolaşım alanları genişledi. Diğer yandan haraç vermeye yanaşmayan bey ve ağaları, köy meydanlarında veya düğün törenlerinde kalabalık ortamlarda acımasızca katletti. Aydın ve Muğla yöresine korku ve dehşet salmaya devam ettikçe Eşref’in ünü arttı. Adını duyanların yüreği korku ile doldu. Böylece Eşref  “Muğla Canavarı” unvanını aldı.”
“Aslında bunlar bilet karşılığında haraç topluyorlar. Öyle değil mi Ali Amca?”  “Evet, öyle. Resmen haraç topluyorlar. Vermeyen olunca canını çok kötü yakıyorlar.”  “Çok kötü günler bizi bekliyor. Gündüz herkesin içinde bir dükkânı dağıtmak cesaret  ister. Onlar bu gücü nerden alıyor. Bu zamanda olacak iş değil!..” “O kadar enayi değiller. Bilet almaya yanaşmayan olduğunda ses çıkarmadan çekip gidiyorlar. Aradan birkaç gün geçmeden, bir gece karanlıkta iş yerini ya kundaklıyorlar ya da içerde ne varsa kırıp parçalıyorlar.” 
Bu karşılaştırma romanda yok. Karşılaştırma yapmak, okura düşen bir görev oluyor. Okurun akıl süzgecinin devrede olması, kendisini okuma edilginliğinde bile etkin kılması gerekiyor. Okuyanı önemsediği için her şeyi hap yapıp sunmayan, okuru kolaycılıktan çıkarıp aktif olmaya çağıran bir anlatımı var İbrahim Koyun’un.
Ege’den esen ve insanca olanı, yiğitliği, acıları ve ezimleri ile yaşamı bize taşıyan bu edebiyat rüzgârına kapılın derim.

Seher Uykusu, İbrahim Koyun, Kora Yayın, Temmuz 2016, 189 sayfa