ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

20 Şubat 2013 Çarşamba

POETİKA 2013


evinsi



Önce genel olarak günümüzde edebiyat adına olumlu olumsuz yaşananlara yönelik kendi bakışımı, görüşlerimi aktaracağım, sonra şiirimdeki imgelerden söz edeceğim.

Poetika 2013 duyurusunda en çok önemsediğim söz yönlendirici soruların tahakkümü altında kalmadan odaklanmamız ve endüstriyel gaddarlık sözleri oldu. Eli kalem tutup da edebiyat adına diyeceği olanların sözlerini derli toplu olarak e-paylaşıma alması açısından önemli bir çalışma olacağını düşünüyorum. Zafer’in ilginç tamlamaları vardır. Endüstriyel gaddarlık da bunlardan birisi olmalı… Nelere kadir bu endüstriyel gaddarlık bir bilseniz! Edebiyattan uzaklaşan sayfaları burnumuza sokarcasına kitap tezgâhlarına yakınlaştırmasını mı söylemeli, ya da tam tersi edebiyatın içinde olup da kitap sayfasında yerini alamayışı mı. Hepsi endüstriyel gaddarın işi…

İşte özgürleşme burada devreye giriyor. Endüstriyel gaddarın çarkı dışına çıkarak eseri meta olmaktan kurtarmak… Öyleyse bu anlamda yaşasın bloglar, yaşasın e-kitaplar diyebiliriz.

Bu aşama bir adım olsa da yetersizliği gün gibi ortada. Sosyal olamadıkça, okuduklarımız /yazdıklarımız üzerinde toplanıp konuşamadıkça meta olmamayı başarmak yetmiyor. Ama bu ihtiyaç da endüstriyel gaddar eli ile çarpıtılıp barlarda yazdıklarımız üzerinde konuşmak değil de sadece yazdıklarımızı dinlemeyenlere okumak şekline bürünüyor!

Her dönemin poetikası o dönemin yaşamından çelişkilerinden kısaca nesnelliğinden yükseliyor.



Yoksulluğun ızdırabını yüreğinde duymayan toplumcu gerçekçi sanatçı olamaz. Ama bu yetmiyor. Daha derinini göstermedikçe, konu ettiği kahramanlara bir umut ışığı yakarak direnci, düşlerin kaynağını, hayatın yeşil nesnelliğinde göstermedikçe eksiklik vardır. Bu eksiklik de tuvalde anlam bulmamış fırça izleri gibi yarım bırakılmışlık demektir.

Bazen de fazlalıklar oluyor eserlerde. Edebiyatçı olan kimselerin öykü roman ve şiirlerde duyguları sömürmeden, ağlak bir acındırıcılığa kaçmadan, yani konu ettikleri yoksul ezilen ve mağdur olanların onurlarını kırıcı olmadan yazmaları gerekir. Bazen gazetecilikte de görüyoruz. Kanlar içinde bir çocuk serilmiş yere… Bir çocuk ölüsü üzerinden duygu uyandırmak bana ters geliyor. Beden yere düşmüşse de sözlerimizle, ürünlerimizde onuru dikilmeli ayağa.

Dahası da var: Kendini gerçekçi, toplumcu diye sunan edebiyatçıların yoksulu ezileni işleyerek okurda acıma duygusu uyandırmaları ileri güçlerin değil, tam tersi egemen güçlerin işine yarar. Onlar bu eserleri kullanarak, yardımseverliği kullaştırmaya vardırır. Yoksula yardım ederek işlerin hallolacağı sanısı uyandırmada kullanılır eserler... Sistemden umut kesmemeyi ve dolayısı ile sömürünün sürmesini besler.

O halde edebiyatçının, sanatçının görevi, olandan çıkıp olması gerekene doğru bir sıçramayı hissettirmektir. Sıçramayı hissettirmek için ise derini göstermek gerekir. Kısaca toplumcu gerçekçiliğe düşen reçete yazmak değil, dünya çapındaki yıkımın adını koymak ama yine de yoksulluğun kader olmadığını duyumsatıp, ileriye doğru olan yolu ışıldatmak olmalı.

Edebiyatçı aşkı da anlatır; yüzyıllar da geçse eskimeyecek imgeleşmeyle şairden söker aşkı, okura bulaştırır.

İnsanca kıpırtıları ört bas etmez edebiyatçı. Tam tersi, sıradan insanların yaşayıp geçtiği minik minik insanca anları gözümüzün önüne serer. Hayatta tutunmamız gereken o güzelim anları belirginleştirir. Onlardan kaçmaya çalışan okuru da utangaçlığından çeker alır. Çünkü edebiyatın konusunda hayatın insanca kıvrımları, ayrıntıları olmadıkça geriye işe yaramaz kupkuruluk kalır.

Edebiyatçı bir de netleştiricidir. Şöyle ki, diyelim ki demokrasi, hoşgörü, çiçek böcek gibi sevimli sözcükler gezindiriliyor sosyal ortamlarda. Bunların ardını derinini asıl niyetlerini göstermek, emperyal sömürgenin modalaştırdığı sözlerin üzerinden örtüleri kaldırmak da görevdir.

Edebi eserler, aklıma esti yazıvereyim düzensizliği ile içki ile aklı bulanıklaştırıp abuk sayıklamaları bilinç akışı diye süslü adlarla yutturup alt alta dizerek de değil, bilinçle duygu ile birikimleri harmanlayarak, amacını saptayarak yazılır. Bütünsel bakış kazanmamış olmak,  kendi kişiselliğini aşamamış olmak edebiyattan uzaklaştırıcıdır. Toplumsal hafıza hiç şaşmaz; yaşadığımız çağın derin izlerini şiirlerde öykülerde gösteremeyenleri haklı olarak unutur.

Edebiyatla ilgili atölyeler için de diyeceklerim var: Öncelikle felsefe, sosyoloji ve diğer klasikleşmiş edebi eserler bir düzen içinde okutulmalıdır. Teknik olarak “nasıl” yazılacağından önce kültür emperyalizmi çerçevesinde çarpıtıp bozmaya uğraşılan dil arıtılmalı ve eksikler uygulamalar sırasında tamamlanmalıdır. Öykü ve romanlarda örge ve karakterlerin itkileri işlenirken nesnelliğin zorlamasından kopmamak için diyalektik ilkeler öğrenilmelidir. Daha çok ekleme yapmak gerek ama ben topluca buna birikim diyorum. Özümsenmiş birikimlere donanım diyorum. İşte yazmak için gereken kalem kâğıt kadar gerekli olanlar bunlardır.

2013’te, dünyanın çalkantısının insan kıyılarına daha şiddetle vuracağı zamanlarda, 21. yüzyılın emeklediği yıllarda, şair edebiyatçı diye dolaşanların sayısının artması ile ters orantılı olarak, şiirden edebiyattan kitaptan tamamen uzaklaşmış ve köleleşmiş; nerdeyse insandan çıkma haline yakın kişilere öyle bir tını vermek gerekiyor ki; günde on iki saat çalışmanın ya da işsizliğin, eğitimsizliğin kapanında kıvranmanın üzerine çıksın…

Sen nasıl kotarıyorsun diye soracak olursanız, bir imgeyi nasıl nerde yakalayıp şiire katıyorum sorusunun yanıtını birkaç şiirimi ele alarak somutlamayı yeğlerim.

Bulunduğum teknede birden kaptan hareketlendi, yelken direğindeki ipleri birkaç kişi çözmeye girişti. Yelken bezi bir süre öylece kaldı. Sonra bir anda oldu her şey. Dümeni doğru yöne çevirince, yelken rüzgârla buluştu, şişti, motorlar sustu. Yelkenin kucağında bir rüzgara kapıldık gidiyoruz. Ama ne güçlü bir kavuşma o. Yelken bezinin kucağında aslan kesilen rüzgâr. Ne rüzgâr işe yarar tek başına ne yelken, aslında dümendeki rota belirleyici de önemli elbette. Hemen çantamdan kâğıt kalem çıkardım. Not aldım.

“rüzgar hep vardır;

kuru kalabalık

yelkense; önceleri örtülü kapanık

dümendedir bütün iş

buluşturandır yelkenle rüzgarı

felsefe patlar o andan

hızlanır iç müzik

güneşli düşüngümüz kıvılcımlanır

kamaşır anlam

yol alırız geleceğimize

şişen yelkenle”

diye başlattığım şiirimin üzerinde çalışmaya devam ettim. Aşklar da kavgalar da hep bir başınayken anlamsızdır. Bunu yüreğimde hissetmemi sağlayan birikim ile yelken imgesi buluştu. Şiirime imgeler böyle giriyor işte. Hep bir felsefesi var.

yelken şiirinin tamamını merak edenler için paylaşıp bir örnek daha verelim.

“yakamoz dayanamaz

tablolarca rengi o hevesle döşer

hayatın yeşili çeker başı

köpüren kahkaha

döküp saçar ezgisini





sessizlik içilir

gökle deniz arasında

kuytularda

yüzlerce balık bekler geceyi

konu komşu

kıta kara

aynı yelkene verir rüzgarını

bendeki senlerle yaşayan bu teknede

biliriz ki

rotamız hep o rota”



Bu kez yosun adlı şiiri incelemek istiyorum. Su altında salınan bir yosun geliverdi gözümün önüne. Saçlarımın rüzgârda salınması gibi… Yaşanan duygu ne ise onunla buluşan imgeler bu kez aşkı anlatmak için diziliyor. Umarsız bir aşkın çaresizliğini anlatmak için öncelikle aklıma gelen yosun imgesinin çevresindeki rüzgar, dalga, deniz kaya gibi nesneleri artık bilincimle imgeleştiriyorum. Ben kaya yosunu oluyorum, sevgilim rüzgâr. Onu hissedebilme biçimim ise dalgaları hareketlendirmesi… benim de onu hissedişim saçlarımın salınışı yosunlar gibi… aşk ise derin derin duruyor aramızda kaldırma gücü ile direnç veriyor yüreklerimize.



“biliyor musun sevgili çok derin bu su

ben en derindeki kaya yosunu

saçları dalgada savrulan

rüzgârını ancak öyle anlayan

kayadan kopsam ölü

kopmasam yoksunum

aşkın kaldırma gücünde

salınıp duruşumla

derin suyun rüzgar algısına hapsolmuşum”



Bazı şiirlerde ise tek bir imge gelmiyor akla.



İşçileri düşünürken alın terini, madenleri, demircileri, tarım işçilerini doğanın süreçleri ile birleştiriyorum. Hepsi onun parçası olarak deviniyor. İşçi işi ile düşü ile kavgası ile bir bütün oluyor. Bunu anlatan dizeleri öfke yükselişleriyle, hırsla diziyorum. Kalemimi kâğıda bastırıp yırtarcasına imgelerde geziniyorum. Ve doğadaki olayların kaçınılmazlığı ile devrim sevincini gücünü enternasyonal sürece vardırıp yakına çekiyorum. Doğa olayları yağmur kar ve akan dereler, tarladan sökülen ürün, ve şiddetle yapılan işler… sökmek deşmek gibi hırslı şeyler geliyor içimden… ihanet edenleri yakan bir lav kaplasın diliyorum… devrimsel belirsizliğin bir puslu sabah olup ağacağı güne varıyorum, böylece Toprak Su Gibidir Devrim Kaçınılmaz şiirim çıkıyor ortaya!

“alın terinden yağmur bulutu birikiyor
güneş kar topluyor karanlık madenlerde
dereler denize dipçik inişinde gürülderken
sınıf kini eritirken demirci
toprağı deşerek biniyorum öfkeme
yüzlerce yılın hırsı kök söküyor tarlada
devrim lavlarına kapılıyor titrek cılız ihanet
puslu sabahı yırtarken sesimiz
parlıyor haykırışımızın gücü
sonsuz devinimin içi sığmıyor içine
insanlık sayfasına ısınıyor içimiz
kaynaşıyor enternasyonal toprakla”

Evin Okçuoğlu