evinsi
Önce genel olarak günümüzde
edebiyat adına olumlu olumsuz yaşananlara yönelik kendi bakışımı, görüşlerimi aktaracağım,
sonra şiirimdeki imgelerden söz edeceğim.
Poetika 2013 duyurusunda en
çok önemsediğim söz yönlendirici
soruların tahakkümü altında kalmadan odaklanmamız ve endüstriyel gaddarlık
sözleri oldu. Eli kalem tutup da edebiyat adına diyeceği olanların sözlerini
derli toplu olarak e-paylaşıma alması açısından önemli bir çalışma olacağını
düşünüyorum. Zafer’in ilginç tamlamaları vardır. Endüstriyel gaddarlık da
bunlardan birisi olmalı… Nelere kadir bu endüstriyel gaddarlık bir bilseniz!
Edebiyattan uzaklaşan sayfaları burnumuza sokarcasına kitap tezgâhlarına
yakınlaştırmasını mı söylemeli, ya da tam tersi edebiyatın içinde olup da kitap
sayfasında yerini alamayışı mı. Hepsi endüstriyel gaddarın işi…
İşte özgürleşme burada
devreye giriyor. Endüstriyel gaddarın çarkı dışına çıkarak eseri meta olmaktan
kurtarmak… Öyleyse bu anlamda yaşasın bloglar, yaşasın e-kitaplar diyebiliriz.
Bu aşama bir adım olsa da
yetersizliği gün gibi ortada. Sosyal olamadıkça, okuduklarımız /yazdıklarımız üzerinde
toplanıp konuşamadıkça meta olmamayı başarmak yetmiyor. Ama bu ihtiyaç da
endüstriyel gaddar eli ile çarpıtılıp barlarda yazdıklarımız üzerinde konuşmak
değil de sadece yazdıklarımızı dinlemeyenlere okumak şekline bürünüyor!
Her dönemin poetikası o
dönemin yaşamından çelişkilerinden kısaca nesnelliğinden yükseliyor.
Yoksulluğun ızdırabını
yüreğinde duymayan toplumcu gerçekçi sanatçı olamaz. Ama bu yetmiyor. Daha
derinini göstermedikçe, konu ettiği kahramanlara bir umut ışığı yakarak direnci,
düşlerin kaynağını, hayatın yeşil nesnelliğinde göstermedikçe eksiklik vardır.
Bu eksiklik de tuvalde anlam bulmamış fırça izleri gibi yarım bırakılmışlık
demektir.
Bazen de fazlalıklar oluyor
eserlerde. Edebiyatçı olan kimselerin öykü roman ve şiirlerde duyguları
sömürmeden, ağlak bir acındırıcılığa kaçmadan, yani konu ettikleri yoksul
ezilen ve mağdur olanların onurlarını kırıcı olmadan yazmaları gerekir. Bazen
gazetecilikte de görüyoruz. Kanlar içinde bir çocuk serilmiş yere… Bir çocuk
ölüsü üzerinden duygu uyandırmak bana ters geliyor. Beden yere düşmüşse de
sözlerimizle, ürünlerimizde onuru dikilmeli ayağa.
Dahası da var: Kendini
gerçekçi, toplumcu diye sunan edebiyatçıların yoksulu ezileni işleyerek okurda
acıma duygusu uyandırmaları ileri güçlerin değil, tam tersi egemen güçlerin
işine yarar. Onlar bu eserleri kullanarak, yardımseverliği kullaştırmaya
vardırır. Yoksula yardım ederek işlerin hallolacağı sanısı uyandırmada
kullanılır eserler... Sistemden umut kesmemeyi ve dolayısı ile sömürünün
sürmesini besler.
O halde edebiyatçının,
sanatçının görevi, olandan çıkıp olması gerekene doğru bir sıçramayı
hissettirmektir. Sıçramayı hissettirmek için ise derini göstermek gerekir.
Kısaca toplumcu gerçekçiliğe düşen reçete yazmak değil, dünya çapındaki yıkımın
adını koymak ama yine de yoksulluğun kader olmadığını duyumsatıp, ileriye doğru
olan yolu ışıldatmak olmalı.
Edebiyatçı aşkı da anlatır; yüzyıllar
da geçse eskimeyecek imgeleşmeyle şairden söker aşkı, okura bulaştırır.
İnsanca kıpırtıları ört bas
etmez edebiyatçı. Tam tersi, sıradan insanların yaşayıp geçtiği minik minik
insanca anları gözümüzün önüne serer. Hayatta tutunmamız gereken o güzelim
anları belirginleştirir. Onlardan kaçmaya çalışan okuru da utangaçlığından
çeker alır. Çünkü edebiyatın konusunda hayatın insanca kıvrımları, ayrıntıları
olmadıkça geriye işe yaramaz kupkuruluk kalır.
Edebiyatçı bir de
netleştiricidir. Şöyle ki, diyelim ki demokrasi, hoşgörü, çiçek böcek gibi
sevimli sözcükler gezindiriliyor sosyal ortamlarda. Bunların ardını derinini
asıl niyetlerini göstermek, emperyal sömürgenin modalaştırdığı sözlerin
üzerinden örtüleri kaldırmak da görevdir.
Edebi eserler, aklıma esti
yazıvereyim düzensizliği ile içki ile aklı bulanıklaştırıp abuk sayıklamaları
bilinç akışı diye süslü adlarla yutturup alt alta dizerek de değil, bilinçle
duygu ile birikimleri harmanlayarak, amacını saptayarak yazılır. Bütünsel bakış
kazanmamış olmak, kendi kişiselliğini
aşamamış olmak edebiyattan uzaklaştırıcıdır. Toplumsal hafıza hiç şaşmaz;
yaşadığımız çağın derin izlerini şiirlerde öykülerde gösteremeyenleri haklı
olarak unutur.
Edebiyatla ilgili atölyeler
için de diyeceklerim var: Öncelikle felsefe, sosyoloji ve diğer klasikleşmiş
edebi eserler bir düzen içinde okutulmalıdır. Teknik olarak “nasıl”
yazılacağından önce kültür emperyalizmi çerçevesinde çarpıtıp bozmaya uğraşılan
dil arıtılmalı ve eksikler uygulamalar sırasında tamamlanmalıdır. Öykü ve
romanlarda örge ve karakterlerin itkileri işlenirken nesnelliğin zorlamasından
kopmamak için diyalektik ilkeler öğrenilmelidir. Daha çok ekleme yapmak gerek
ama ben topluca buna birikim diyorum. Özümsenmiş birikimlere donanım diyorum.
İşte yazmak için gereken kalem kâğıt kadar gerekli olanlar bunlardır.
2013’te, dünyanın
çalkantısının insan kıyılarına daha şiddetle vuracağı zamanlarda, 21. yüzyılın
emeklediği yıllarda, şair edebiyatçı diye dolaşanların sayısının artması ile
ters orantılı olarak, şiirden edebiyattan kitaptan tamamen uzaklaşmış ve köleleşmiş;
nerdeyse insandan çıkma haline yakın kişilere öyle bir tını vermek gerekiyor
ki; günde on iki saat çalışmanın ya da işsizliğin, eğitimsizliğin kapanında
kıvranmanın üzerine çıksın…
Sen nasıl kotarıyorsun diye
soracak olursanız, bir imgeyi nasıl nerde yakalayıp şiire katıyorum sorusunun
yanıtını birkaç şiirimi ele alarak somutlamayı yeğlerim.
Bulunduğum teknede birden
kaptan hareketlendi, yelken direğindeki ipleri birkaç kişi çözmeye girişti.
Yelken bezi bir süre öylece kaldı. Sonra bir anda oldu her şey. Dümeni doğru
yöne çevirince, yelken rüzgârla buluştu, şişti, motorlar sustu. Yelkenin kucağında
bir rüzgara kapıldık gidiyoruz. Ama ne güçlü bir kavuşma o. Yelken bezinin
kucağında aslan kesilen rüzgâr. Ne rüzgâr işe yarar tek başına ne yelken,
aslında dümendeki rota belirleyici de önemli elbette. Hemen çantamdan kâğıt
kalem çıkardım. Not aldım.
“rüzgar hep vardır;
kuru kalabalık
yelkense; önceleri örtülü
kapanık
dümendedir bütün iş
buluşturandır yelkenle
rüzgarı
felsefe patlar o andan
hızlanır iç müzik
güneşli düşüngümüz
kıvılcımlanır
kamaşır anlam
yol alırız geleceğimize
şişen yelkenle”
diye başlattığım şiirimin
üzerinde çalışmaya devam ettim. Aşklar da kavgalar da hep bir başınayken
anlamsızdır. Bunu yüreğimde hissetmemi sağlayan birikim ile yelken imgesi
buluştu. Şiirime imgeler böyle giriyor işte. Hep bir felsefesi var.
yelken şiirinin tamamını
merak edenler için paylaşıp bir örnek daha verelim.
“yakamoz dayanamaz
tablolarca rengi o hevesle
döşer
hayatın yeşili çeker başı
köpüren kahkaha
döküp saçar ezgisini
sessizlik içilir
gökle deniz arasında
kuytularda
yüzlerce balık bekler geceyi
konu komşu
kıta kara
aynı yelkene verir rüzgarını
bendeki senlerle yaşayan bu
teknede
biliriz ki
rotamız hep o rota”
Bu kez yosun adlı şiiri
incelemek istiyorum. Su altında salınan bir yosun geliverdi gözümün önüne. Saçlarımın
rüzgârda salınması gibi… Yaşanan duygu ne ise onunla buluşan imgeler bu kez aşkı
anlatmak için diziliyor. Umarsız bir aşkın çaresizliğini anlatmak için öncelikle
aklıma gelen yosun imgesinin çevresindeki rüzgar, dalga, deniz kaya gibi nesneleri
artık bilincimle imgeleştiriyorum. Ben kaya yosunu oluyorum, sevgilim rüzgâr.
Onu hissedebilme biçimim ise dalgaları hareketlendirmesi… benim de onu
hissedişim saçlarımın salınışı yosunlar gibi… aşk ise derin derin duruyor
aramızda kaldırma gücü ile direnç veriyor yüreklerimize.
“biliyor musun sevgili çok
derin bu su
ben en derindeki kaya yosunu
saçları dalgada savrulan
rüzgârını ancak öyle anlayan
kayadan kopsam ölü
kopmasam yoksunum
aşkın kaldırma gücünde
salınıp duruşumla
derin suyun rüzgar algısına
hapsolmuşum”
Bazı şiirlerde ise tek bir
imge gelmiyor akla.
İşçileri düşünürken alın terini,
madenleri, demircileri, tarım işçilerini doğanın süreçleri ile birleştiriyorum.
Hepsi onun parçası olarak deviniyor. İşçi işi ile düşü ile kavgası ile bir
bütün oluyor. Bunu anlatan dizeleri öfke yükselişleriyle, hırsla diziyorum.
Kalemimi kâğıda bastırıp yırtarcasına imgelerde geziniyorum. Ve doğadaki
olayların kaçınılmazlığı ile devrim sevincini gücünü enternasyonal sürece
vardırıp yakına çekiyorum. Doğa olayları yağmur kar ve akan dereler, tarladan
sökülen ürün, ve şiddetle yapılan işler… sökmek deşmek gibi hırslı şeyler geliyor
içimden… ihanet edenleri yakan bir lav kaplasın diliyorum… devrimsel
belirsizliğin bir puslu sabah olup ağacağı güne varıyorum, böylece Toprak Su
Gibidir Devrim Kaçınılmaz şiirim çıkıyor ortaya!
“alın terinden yağmur bulutu birikiyor
güneş kar topluyor karanlık madenlerde
dereler denize dipçik inişinde gürülderken
sınıf kini eritirken demirci
toprağı deşerek biniyorum öfkeme
yüzlerce yılın hırsı kök söküyor tarlada
devrim lavlarına kapılıyor titrek cılız ihanet
puslu sabahı yırtarken sesimiz
parlıyor haykırışımızın gücü
sonsuz devinimin içi sığmıyor içine
insanlık sayfasına ısınıyor içimiz
kaynaşıyor enternasyonal toprakla”
“alın terinden yağmur bulutu birikiyor
güneş kar topluyor karanlık madenlerde
dereler denize dipçik inişinde gürülderken
sınıf kini eritirken demirci
toprağı deşerek biniyorum öfkeme
yüzlerce yılın hırsı kök söküyor tarlada
devrim lavlarına kapılıyor titrek cılız ihanet
puslu sabahı yırtarken sesimiz
parlıyor haykırışımızın gücü
sonsuz devinimin içi sığmıyor içine
insanlık sayfasına ısınıyor içimiz
kaynaşıyor enternasyonal toprakla”
Evin Okçuoğlu