Bir Tarih Bin Anı
Kadıköy’de Barikat Önü
İsmet Ercan
15 – 16 Haziran 1970 günlerinin işçi
sınıfı tarihinde önemli bir yeri var. Gençliğe ve ileriki
kuşaklara o günleri doğru anlatmak
gerek. O günleri bir işçi ve Disk üyesi sendikalı olarak
yaşadığım için, bir anlamda
anılarımdan söz edeceğim. Ama bir yandan da değerlendirmemi
ve eleştirilerimi de ekleyeceğim.
Geçmişe dönüp soralım kendimize nedir
15 – 16 Haziran? İş yaşamının, üretici gücün temel
yasalarından sayılan Sendikalar
Yasası ile Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt yasası
dönemin hükümeti tarafından
değiştirilmek istenmişti. Bu değişiklik önerileri 11 Haziran
1970’de TBMM’ne sunuldu.
Sendikalar yasasındaki değişiklikler
serbestçe örgütlenme ve dilediği sendikayı seçme
hakkının ve özgürlüğünün önüne
engeller getiriyordu. Üye sayısı çoğunluğuna göre bazı
ayrıcalıklar getirerek KİT’lerde
çalışanların DİSK bünyesine girmesi engelleniyor; Türk-İş
bünyesinde kalması ve toplanması
yönünde düzenlemeler içeriyordu.
Öte yandan Toplu İş Sözleşmesi Grev
ve Lokavt yasası da değiştirilerek kazanılmış haklar
geri alınmak istendi… Daha önce Toplu
sözleşmeler “işyeri” esasına göre yapılırken,
değişiklik tasarısında “iş kolu”
esasına göre yapılması öngörüldü. Bu şu demekti: Toplu iş
sözleşmesi yetkisi alabilmek ya da
yapabilmek için sözleşme yapılacak iş kolunda en üyeye
sahip sendika ve dolayısıyla
konfederasyon olmanız önkoşulu getiriliyordu.
DİSK üyesi sendikaların üye sayısı,
iş koluna göre değerlendirildiğinde, TÜRK-İŞ üyesi
sendikaların üye sayısından az olduğu
ve dolayısıyla konfederasyon olarak da üye sayısı
bakımından azınlık konfederasyonu
durumuna düşeceği için sözleşme yetkisi alma ve
sözleşme yapabilirliğini yitirecekti.
Sözleşme yapma yetkisi sendikalar
yasasındaki değişiklikle elinden alınacak olan Disk’e bağlı
işçi, Türk –İş’in sonuçlandırdığı
toplu sözleşmeden yararlanabilmek için fazladan dayanışma
aidatı adı verilmiş ikinci bir aidat
ödeyecekti.
Bu konum ve görünüş DİSK ve Üye
sendikaların işlevsizleştirilerek etkinliğinin yok edilmesi
dahası giderek ortadan kaldırılması
anlamına geliyordu ki işçi sınıfı buna izin veremezdi.
Ne yazık ki dün yapılmak istenenler
bugün fazlası ile başka yasalara, ta Anayasa’ya dek
genişletilerek yapılmıştır. Hem de en
ağır koşullarda! Dünü bugüne bağlarsak, bugün iş
yaşamının tüm temel yasalarında
yapılan değişikliklerin iç yüzünü; bir işçi, eski bir sendika
yöneticisi olarak sözlü anlatmaya
hazırım. Üstüne çıkıp konuşacağım bir tahta sandalye olsun
yeterli! Büyük otellerin toplantı
salonlarında konuşmaya alışık değilim de!
Sendikal hareketi ve örgütlülüğü
tümden ortadan kaldıracak değişiklik tasarılarına karşı
direnmek, sesini duyurmak için DİSK
14 Haziran 1970 günü üye sendikaların yöneticileri ile
iş yeri baş temsilcilerini
Merter’deki DİSK Merkezinde derhal toplantıya çağırdı. İşçi sınıfının
sendikal hareketine yönelik bir
saldırı anlamını taşıyan olgu her yönüyle masaya yatırılıp
irdelendi, çözümlendi karşı karşıya
kaldığımız tehlikenin tüm boyutları ortaya konup
yapılabilecekler ve yapılması
gerekenler düşünüldü, tartışıldı belirlendi…
DİSK tarafında bu süreç işlerken,
Türk-İş yöneticilerinden milletvekili olanlar, yasa
değişikliği tasarısını hazırlamada
görev aldılar.
Disk’in güç ve kararlılığı üye
tabanından; disiplin ve yönlendirme ise işyeri baş
temsilcilerinden kaynaklıydı. Her gün
uygulanacak eylem biçimi, zamanı ve süresi işyeri
komitelerince belirlenip
uygulanacaktı. İşçi; yasa değişiklikleri, hak kaybına neden olacak
düzenlemeler, geri çekilinceye kadar
direnecekti. Bu haksız saldırıya bu hukuk tanımazlığa
DUR denecekti… Gelişmesi sürecinde
giderek bir genel grev boyutuna varabilecek eylemin,
işçi sınıfının öncülüğünde, toplumsal
muhalefete de el vererek genişlemesi, iktidarın geri
adım atmasını sağlayacak, belki de
hükümet çekilecek, dahası bir erken seçime gidilmesi
halinde sandıkta hesaplaşılacaktı.
Bin Anı’dan Bir Anı
15 Haziran sabahı benim işyerimde
işçiler sık sık birbirinin yüzüne bakıp bıyık altından
gülerken bir yandan da saate bakıyor…
Saat 10.00 da iş bırakıp fabrika dışına çıkacağız.
Bizden sonraki işyerlerinin
katılımıyla Gebze’de Çınar’a (Şimdiki SSK’nın bulunduğu yer)
kadar yürünecek ve Çınar’da baş
temsilcimiz bir konuşma yaparak yarın için yapılacakları
düşünmemiz istemiyle işyerine
döneceğiz. Sonraki eylem biçimleri ortaklaşa günlük olarak
saptanıp duyurulacaktı. Uygulama
disiplin içinde başladı. Çınara geldiğimizde baş
temsilcimizden önce; siyah balıkçı
kazaklı, düzgün lacivert pantolonlu bir genç çeşme taşına
çıkarak coşkulu bir konuşma yaptı.
Sonunda, “Yürüyün Arkadaşlar!” dedi.
Bir an şaşkınlık oldu. Bir başka
talimat mı vardı? Bu genç bizim işyerimizden değildi ama
hangi işyerindendi acaba! Önce
yavaştan bir devinim. Bölücülük olmasın! Ardından, hızlanan
bir yürüyüş kolu oluştu. Her fabrika
önüne gelişte o kurumun adıyla çalışanları dışarı
çağrılıyordu. Katılana katılmayana
yeteri kadar bakılmaksızın Arçelik Fabrikasının önüne
gelip yolu kesmiş tank timine
dayandık…
Yüksek topuk ayakkabı giymiş kadın
çalışanlar ayakkabılarını ellerine almış yalınayak
yürümüşlerdi. Sıcak asfalttan
tabanları su toplamış, acıları yüzlerinden okunuyor ama bir
adım geri durmadılar! Arçelik önünde
E–5 karayolunu kesen tank birliğinin komutanı bir
üsteğmen. Yürüyüş kolunun
başındakilerle konuşuyor, tartışıyor. Sık sık “yasa” ve “yasak”
sözcükleri savruluyor havaya!
Çalıştığım fabrikadaki tüm çalışanlar
eyleme katılmıştı. Bayan arkadaşların önünde
İşletmenin Türk Genel Müdürünün
sekreteri bayan G. vardı. Genelde kısa etek giyen bir
arkadaşımızdı G. hanım. Beklerken
zaman zaman erkek arkadaşların tanka tırmanıp geçme
girişimleri silahlı askerlerce geri
püskürtülüyor başarısızlıkla sonuçlanıyordu…
O an’a adanmış bir tepke (refleks)
sanki G.ın davranışı! Birden kısa eteğine karşın tankın
üstüne tırmanıp öte yana geçti. Kuş
uçurtmayan silahlı askerler “tıp” oyunundaki gibi
donakaldılar. G.dan sonrası ise
bendini yıkan sele dönüştü…
Yıllar sonra Milliyet Gazetesinde,
haftada bir “İş ve İşçi Sayfası” hazırlayan bir yazar; Attila
Özsever’in bir 15–16 Haziran tarihli
sayıdaki yazısında o güne ait bazı az bilinen olayları
anlatıyordu. Okudum yazıyı, sonra
düşündüm. Katılımcı olmadan kolay kolay bilinemeyecek
ayrıntılar vardı anlatı içinde.
Gazeteye telefon edip Özsever’e ulaştım, kendimi tanıttım.
Anlattıklarını nereden bildiğini
sordum. Özsever; “Arçelik Fabrikası önünde yol kesme ve
güvenlik görevi alan o tank
birliğinin komutanı üsteğmen bendim” dedi. Konu anlaşılmış
benim açımdan soru yanıtlanmıştı.
(Birleşik Metal-İş Sendikasının son genel kurulunda
Özsever’e başarı ve teşekkür onurluğu
veriliş töreninde kendisini kutlarken yüz yüze tanışma
fırsatı oldu. Geçmişteki telefon
görüşmemizi anımsattım. Söyleşmemizde bilinenleri bir daha
doğruladık birbirimize.)
Kadıköy’e gelindiğinde Polis Barikatı
karşıladı işçileri. Baş Temsilcimiz N. Y. Kadıköylü.
Acıbadem’de oturur. Barikatı aşmak
için tırmanınca yeni işe alınan frezeci gençle burun
buruna gelmişti. O barikatın öteki
yanında elinde silahıyla bir polis. O anda işe giriş
belgelerini tamamlama gerekçesi ile
15 Haziran için izin istediğini anımsadı. Çünkü aynı
zamanda onun kısım ustabaşısı idi. O
günden sonra bir daha görünmeyen sözde frezecinin
söylediklerini dinleyince ve o günkü
olayların sonucunu düşününce söylenilenlerin ne anlama
geldiği insanın kanını donduracak
kadar gerçek olduğunun kanıtıdır. Ne demişti N. Y. e:
“Ağabey yalvarırım zorlama. Emir
aldık her şey için kararlıyız. Vazife işte”… Şimdi “ifa
edilen vazife”ye bakalım;
“Kadıköy’deki işçi eyleminde, Polisin açtığı ateş sonucu üç işçi
yaşamını yitirdi.”… (gazete haberi)
Barikatların önünde karşılandı gece. Ama ölümler
yaralanmalar topluluğun kolunu
kanadını kırmıştı. Bu günün acısı yarının umudu yüreklerde
karanlıkla kucaklaşıp dağıldı
eylemciler…
İşçinin çağrısına 15 Haziran günü 70
bin işçi, iş bırakıp, eyleme geçerek yanıt verdi. İktidar
açısından ise Polis ve Asker
müdahalesi başarı hanesine yazılmıştı!
16 Haziran günü katılacakları
beklenen işyeri işçileri ve bir gün önceki polis saldırısına tepki
de eklenince, toplumsal muhalefetin
de desteği geldi. Katılımcı sayısı 150 bine ulaştı. Ama
artık hiçbir şey 15 Haziran gününde
olduğu gibi değildi… Örgüt disiplini dışında düşünme ve
“eylem koymayı” alışkanlık haline
getirip başarılarının anahtarı sayan bazı kişiler 15
Haziranda sergiledikleriyle hem
resmi, hem sınıf düşmanı kışkırtıcılara öyle bir alan açtılar ki
göz gözü görmez – el eli tutmaz bir
ortam oluştu… 16 Haziran günü gelişip yayılan ve tam bir
kargaşaya dönüşen olaylarda ise iki
yurttaş daha yaşamını yitirdi.
.
17 Haziran 1970 de, 16 Haziran gece
yarısından geçerli olmak üzere İstanbul ve Kocaeli
illerinde Sıkıyönetim ilan edildi.
Ülkeyi yönetemez duruma düşen AP iktidarı yönetim erkini
askerlere yıkıp kurtulduğunu sandı
böylece!
O günleri konuşurken, çalıştığım
fabrikada mühendis bir arkadaşım, bir başka anı anlattı. Ve
söze; “Sıkıyönetimin yürürlüğe
girdiği 17 Haziranın akşamı fabrikada gece
vardiyasındaydım” diye başladı.
“Vardiyada geç saat bir askeri araç
geldi fabrikaya. Bir yüzbaşı. Koruması ve araç sürücüsü
askerle üç kişi… Fabrika bahçesindeki
alanda toplanmamız istendi. Toplandık. Yüzbaşı o
sırada vardiyada olan kırk elli
kişiye, içlerinde ben de olmak üzere, sıkı bir askeri zılgıt çekti.
Astı, kesti, doğradı. İşçi topluluğu
içinden birkaç arkadaş ağızlarının içinde bazı tepki sözleri
mırıldandı. Bunu duyan yüzbaşı daha
da kızdı köpürdü. ‘Kim ne söylediyse çıksın şimdi
alırım içeri’ diye gürledi. Anlık bir
duraklamadan sonra işçilerden biri: ‘Bu söylediklerinizle
bizim ne ilgimiz var, biz işimizin
başındayız.’ deyiverdi.
— Yüzbaşı: ‘Alın bunu’ diye gürledi!
An geçmedi bir tepke geldi. Biraz
şişman hımbıl mı denir, patolojik mi? Öyle bir arkadaş, öne
çıkıp: ‘Beni alın, ben sendika
temsilcisiyim de’ demez mi? Bizimle beraber yüzbaşı da şaşkın
kimi alacağını bilemedi! Saniye bile
geçmeden işçinin tamamı ‘Hepimizi alın’ diye top gibi
gürleyince, ne yapacağını bilemeyen
yüzbaşı şöyle bir bakıp atladığı gibi araca uçtu kit tozuna
taş yetişmez! Oysa bugün topluma bir
ölü toprağı serpilmiş gibi tepkisiz. Bu ölü toprağını ne
zaman, nasıl silkip atacağız! NASIL,
NE ZAMAN…
17 Haziran 1970 gününden sonra
olayların önü alındı mı? Daha kimler kimler çıktı sahneye!
Şimdi bir tarih: 24 Haziran 1970.
İstanbul ve Kocaeli illerinde sıkıyönetim var. İstanbul’da
bir olgu gerçekleşiyor sessiz
sedasız! Her çeşit yasağın kol gezdiği o sırada İstanbul’da sekiz
sendika “MİLLİYETÇİ İŞÇİ SENDİKALARI
KONFEDERASYONU” (MİSK) nu kuruyor.
Dikkati çekecek bir olgu değil mi?
Tarih deyince anımsadım birden.
Türkiye’nin, yabancı bir devlete ayrıcalıklar (imtiyaz)
tanıyan ilk ikili anlaşması 1 Nisan
1939’da ABD ile yaptığını ve sonrasını bilmeden bu günü
anlamanın, çözmenin mümkün olmadığını
bilmemiz gerekir artık! 15 – 16 Haziran 1970’e
gelinceye kadar takvim
yapraklarındaki tarih yolculuğunun istasyonlarında bir çay içimi mola
verilerek bir bakılsın hele. O
günlere ve daha sonrasına doğru…
Ne demişti Onursal Genel Başkan Kemal
TÜRKLER:
“DİSK’in amacı, işçi sınıfının memleket
yönetimine ağırlığını koymasını sağlamak, kula
kulluğu sona erdirmek, sosyal adalet
içinde yaşamanın ilk koşullarını yerine
getirmektir”…
“DİSK’in gücü, DİSK’e bağlı işçilerin
bilincidir. DİSK’in kasasına, işçi parası dışında
hiçbir şey girmeyecektir.”
15 – 16 Haziran direnişinin
nedenlerini anlatmaya çalıştım. Sonuç olarak söylersek 15 – 16
Haziran direnişinin nedeni iş
yaşamının iki temel yasasını değiştirerek ilerici/devrimci
sendikal hareketin
işlevsizleştirilerek ortadan kaldırılması planına karşı çıkmak ve Anayasal
hakların korunması değil miydi? Oysa
bu günün DİSK’i; nedeni bilinen bilinmeyen ne olursa
olsun kendi kendini işlevsiz kılmıyor
mu? İnternette dolaşan belge ya da yazılar doğruysa AB
fonları, destekleri ile iyice elini
kolunu bağlayıp işçi sorunlarından uzaklaşmakta olduğu
görünüşü veriyor ve uzaklaşmıştır da…
Yakında da Avrupa’dan sendika ve sendika
yöneticileri ithal edileceğine göre
ve bunda bir sakınca görmeyen DİSK Genel Sekreter
yardımcıları da görevde olduğu
sürece, DİSK’i taşlayacak kaldırım taşları kendi elleriyle
dizilmiyor mu imha ediş
kaldırımlarına! Ve bu gün gelinen noktada çalışma yaşamının tüm
temel yasaları değişiklik yoluyla
ortadan kaldırılmışken, DİSK’in 15 – 16 Haziran’daki
etkinlikleri yapmacık kaçmıyor mu?
Hangi etkinlik mi diyorsunuz? Biliyorsanız bana da
haber verin! Ha; suskunluğuna gelince
anlamsız mı, “ikrar” mı, ne demeli?
Bugün, kendisine onursal genel başkan
sanı verilen Kemal Türkler’in ve DİSK’in isim babası
olan Ereğli Demir Çelik işçisi Kenan
Aydeniz’in kemikleri sızlıyordur sonsuzluğa vardıkları
yerde!
Yakın tarihten geleceğe sözüm var.
Birinci DİSK kuruluş tüzüğü hazırlama
komisyonu başkanı ve sözcüsü idim. Kuruluş genel
kurulunda “Onur Kurulu”na seçilmiş
bir işçi olarak, şimdi ve daima Sendika üst kuruluşum
DİSK’ten onur duyma hakkını kendimde
görüyorum ve o onurlu savaşımların DİSK’ini
istiyorum. Baştan beri eleştirel
bakışım ve görüşüm bu çerçevede alınmalıdır.
Bin anıdan bir anı. Belki birkaç
damlacık geçmiş. Deniz ise o günleri yaşayıp katılan ve
yaratanlardır… Eksiğim, yanlışım
olabilir. Doğru ana gövdedir. 15 – 16 Haziran’da birlikte el
ele kol kola yürüdüklerimiz…
O geçmişi anımsayanlar yok mu, var.
Onlar bir kavganın içinde şimdi. İşçi sınıfının ve üretim
sürecinin dışında olan bu
yapıdakilerin kavgası; o tepe noktadaki eylemi sahiplenme
kavgasıdır! Bakınca görülür: Bunlar
işçi sınıfının bağlaşığı (müttefiki) olduğunu söyleyen
ama ne sendikal düşün ve eylemini ne
de işçi sınıfının siyasal örgütünü örgütlülüğünü kabul
etmeyenler, beğenmeyenlerdir. İşçi
sınıfının savaşım tarihinde her nasılsa yalnızca onlar
vardır! Başından beri DİSK’i ve bağlı
sendikaları dışlayarak, bir kenara iterek eylemi
sahiplenme açgözlülüğünü, doymak
bilmez bir iştahla orasından burasından çekiştirip “körün
fili tanımına” döndürdüler! Bu sözde
işçi sınıfı bağlaşıkları ne yazık ki tüm savlarına karşın
bir de yıllardır eylemin neresinde
olduklarını birbirlerine kanıtlama kavgası içindeler! Şimdi
bir küçük soru soruyorum kendime: “O
destansı eylemde – direnişte bugünkü kavgacılar
varsa: İşçi sınıfının sendikal örgütü
DİSK üyesi sendikaların üyeleri yöneticileri neredeydi?
Ben, Gebze’de Kurulu bir Alman-Türk
Ortaklığı Fabrika işçisi olarak sanal bir eylemin içinde
mi bulundum, yürüdüm?”
Tarihi yapan güç eğer takvimin bir
gününe düşen toplumsal, siyasal ve ekonomik eylemlerin
tümü ise kimse tarihi kendisiyle
başlatamaz. Başlatmamalı…
Bu noktada artık şunu hemen belirtmek
ve kaydetmek gerekir. Bir toplumsal sınıfın sözcüsü
olmakla gövdesi olmak arasında çok
fark vardır. Gövde yoksa çatılar olsa olsa çadır olur.
Sözcülükse hamamda şarkı söylemektir.
İşçi sınıfının gölge edenlere değil gövde olanlara
gereksinimi var bugün. O gövde de
sendikasıdır. Siyasal partisidir… Şarkı söylemek içinse
kendi gür sesi yeterde artar bile. O
gür ses 15–16 Haziran’da Küresel Sermaye Diktatörlüğü
ile yerli işbirlikçilerinin ödünü
patlatmaya yetmedi mi? 12 Mart Muhtırası neyin ürünüdür
dersiniz!
Oysa o eylem düzenine işçi sınıfı
disiplini içinde uyulsaydı; sonraki günlerde düşünülen
eylem biçimleri yürürlüğe
konulabilseydi, direniş yayılarak genel grev boyutuna
ulaşabilirdi. Toplumsal muhalefetle
dayanışma içinde kazanılmış hak ve özgürlüklere,
dolayısıyla Anayasal Haklara
dokunulamayacağı gösterilmiş olacaktı. Emperyalizm ve
yerli işbirlikçileri hızlı karar
mekanizması içinde, yasa maddeleri değişikliğiyle
oyalanmak yerine Anayasayı
değiştirerek kazanılmış hak ve özgürlükleri kökten
budamayı yeğ tuttular. Bir yerde 12
Mart Muhtırası’nın bir anlamı da budur… Bunları
şimdi düşünmüş olmak bile bir kazanım
denebilir ama nerede o ortak akıl üretimi!
Çıkarılacak Dersler:
15–16 Haziran’dan hemen sonra ne
yapılmalıydı. Ne yapılmadı!
1) Türkiye’de bu çapta yüksek
katılımlı ve disiplinli bir eylemin usta kışkırtıcılarca saldırıya
uğrayıp amacından saptırılabileceği
olasılığı göz önüne alınarak gerekli önlemler ve
planlamaların olması gerektiği
boyutta ele alınıp alınmadığının iç sorgulaması hemen
yapılmalıydı. (Yapacakların
özgürlükleri ellerinden alınarak yargı önünde olduklarından bu
gereklilik yerine getirilememiştir.)
2) Etkin sendikal örgütlülük bilinci
ve disiplini olan işyerlerine, o sırada yeni işçi alımları
üzerinde titizlikle durulmalı. Meslek
Lisesi çıkışlı sonradan polis olmuşların işyerlerine
kolayca girebilecekleri göz önünde
bulundurulmalıydı.
3) Sendikalarımız ve ilgili kurum ve
kişiler: a) Tarihsel gelişme izlenerek; b) İç ve dış genel
siyasal durum; c) Sendikal örgütlülük;
d) Ekonomik gelişmeler-sermayenin küresel birleşme
çabaları, örneğin AET, İMF gibi
kurumsal yapıların gelişmeleri masaya yatırılmalı, olası
sonuçları değerlendirilmeliydi.
Ayrıca sınıfsal bir çözümleme gerekirdi.
4) Gücünün sınırını bilecek;
istemlerini ve neye karşı olduklarını bilinç terazisinde
tartabilecek; en önemlisi doğrudan
hak kaybına uğrayacak, yasa ve hukuk tanımazlığın
kurbanı olanların bilinçli katkısı
birincil sırada olmalı her zaman. Bu da etkin ve kesintisiz bir
yönetici-üye eğitiminin boşlamadan
yapılması ve sürdürülmesi ile mümkündür. Bu
uygulamanın kendi kendini
denetleyeceği yöntem de geliştirilmeliydi.
5) Öncelikle içte olan her karşı
görüş ve eleştiri sonuna kadar dinlenmeli. Eleştirilerden ders
çıkarılmalı ve eylem alanında ve
üretim ortamında kahraman üretilmesine alan açılmamalıdır.
Dıştan yönelecek eleştiri ve yapılan
öneriler, konunun taraflarıyla, halkoyuna açık
tartışılmasından çekinilmemeli ve
konuşulup bitirilmelidir.
6) Her eylemin ya da bir grevin
sonunda değerlendirme toplantıları yapılarak hem içte üyelere
hem de halkoyuna başarının,
başarısızlığın, elde edilmiş deney ve kazanımların, kayıpların bir
çeşit hesabı verilmelidir.
7) İşçi sınıfının ekonomik savaşım
aracı olan sendika hareketinin siyasal ayağı mutlaka
olmalı. Çünkü bir örgütlü güç ancak
siyasal partisiyle bir tam olur. Sınıfsal görüşüyle
seçimlere bu yoldan katılabilir.
İktidar olma buradan gelir. Politikanın aynı zamanda ekmek
kavgası olduğu akılda tutulup başa
yazılacak ilke bu olmalıdır.
8) Bir örgütlü güç, özellikle
sendikalar parasal kaynağını üyelerinin ödeyeceği ödentilere
dayamalı. Yasada belirlenmiştir. Hele
dış yardım, fon tuzağı sarmalına yakalanmamalı…
DİSK’in ve Birleşik Metal-İş
Sendikası Onursal Genel Başkanı Kemal Türkler’in deyişiyle:
“DİSK’in gücü DİSK’e bağlı işçilerin
bilincidir. DİSK’in kasasına, işçi parası dışında
hiçbir şey girme(meli)yecektir.
”HEY! DUYUYOR MUSUNUZ? ORADA KİMSE
VAR MI?
9) Bağımsızlık. Kendi bağımsızlığını
korumanın ülke bağımsızlığını da koruma anlamını
bilince yükselterek her savaşımdan
utkuyla çıkılacağı bilinmelidir.
10) En önemlisi tüm canlı tanıkların
tanıklıklarına hemen başvurulmalı. Yitirdiklerimiz
bildiklerini aldı götürdü. Şimdi kala
kala Devlet Arşivlerindeki belgelerin tanıklığına kalıyor
iş! Ona ise işçi sınıfı bir gün
iktidar olursa ulaşılabilir. Demem o ki; bir işçi hükümetine
iktidar teslim edilmeden oralarda bir
kaza yangını çıkmazsa!
Buradan Onursal Genel Başkanımız
Kemal Türkler’i saygıyla anıyor, rahmet diliyorum.
Attila Özsever’e, yürüyüşün bugün
adsız kahramanlarına ve onlardan Bayan G.a, işyeri baş
temsilcimiz N.Y.e ve tüm işçi
sınıfımıza bizden selam olsun…
2008
2008