CİNAYET OLAN EDEBİYAT –Tekellere Methiye Sanatı*
Evin Okçuoğlu
Bir film izlersiniz, çok beğenir ve hemen çevrenizdeki eşe
dosta onlar da izlesin diye tanıtırsınız. Dostlarınızın sizin aldığınız tadı
almaları dileğini, biraz da, bir annenin/babanın dışarıda yediği turfanda
meyveyi evdeki yavrularına da tattırma arzusuna benzetebiliriz. Buna benzer
duyguyu duyumsayınca okuduğum kitap hakkında yazma isteği duyuyorum. Daha önce
B. (Bizim) Sadık Albayrak’ın Okuma Yazmanın Izdırapları adlı kitabı üzerine Berfin
Bahar’da yazdım. O yazımda kitabı hangi amaçlarla okuyabiliriz konusunda
şunları demiştim:
“Bana kalırsa en iyisi bu kitabı birkaç amaçla okuyalım
okutalım… Evet yakın dönem edebiyat tarihi diye okuyabiliriz, genç bir okurun
kitap okuma aşkının öyküleri olarak da bakabiliriz bu çalışmaya, ya da bence
daha da önemlisi, gençler için okuma haritası diye bakmalıyız. Çünkü böyle bir
haritaya çok ihtiyacı var toplumun…”
Şimdi okuduğum kitabı; Cinayet Olan Edebiyat’ı da yakın dönem
edebiyat tarihimizi anlatmaya başlayan Okuma Yazmanın Izdırapları’nın bir
devamı, tamamlayıcısı olarak görüyorum. Bu kitap, gerçekçi diyalektik
materyalist bakış ile örneklerden yola çıkarak tüm tekellerin ideolojisinin edebiyat
ürünlerine hak ettikleri eleştiriyi getiriyor.
Bizim Sadık, zaten ilk baskı serüvenini de anlattığı, ikinci
baskı önsözünde, “Toplumsallığın çöküntüye uğratıldığı tekellerin ortaçağında
buna karşı isyan etmeyen bir edebiyat, bu ortaçağın bir parçasına, üreticisine
dönüşmüştür. Bunu göstermeye ve karşı çıkmaya çalışıyorum,” diyor; “günümüzde
iktidar güdümlü her türden düşünsel etkinlik cinayete ortak olmak anlamına
geliyor” diye ekliyor.
Kitap bölümleri: Nazım Hikmet’in Asimilasyonu, Şiirde Yenilik
Diye Sunulan Gerilik, Edebiyatlaşan Cinayetler, Tekellerin Edebiyatının Bilinci
ya da Eleştirisiz Eleştiri. Bu bölümlerde, edebiyatla yazar olarak
ilgilenenlerin de, okurların da dikkatinden kaçmış olabilecek olaylar ve
saptamalar var. Egemenlerin çürüyen edebiyatına eleştiri yanı sıra, kitapta
ayrıca, gerçekçi edebiyata karşı tekellerin saldırıları, yaftalayıp değersiz
kılma çabaları da anlatılmış.
Öğretmenler bilir, eğer anlatacağınız bir konuya iyice hâkimseniz
onu birçok örnekle anlatır, basitleştirir, konunun deyim yerinde ise altından
girer üstünden çıkarsınız. Bizim Sadık, bu yetkinleşmeyi ifade edişine
yansıtmış. Kullandığı dil sıradan bir eleştiri yazısını aşıp yer yer estetik
ifadelerle sürüp giderken, ister istemez fosforlu kaleminizle altını çize çize
çalışmaya başlıyorsunuz. İşte onlardan biri sayfa 101de: “Yarasanın gözünü
gereksizleştiren karanlık, toplumun üzerine, bilimin, bilincin
gereksizleştirilmesiyle çöker.”
Bizim Sadık “düşman estetik” deyişine yer veriyor. Tekellerin
edebiyatı; eğer tekellerin ideolojisine karşı iseniz, safınızı emekten yana bir
edebiyat olarak seçmişseniz düşman bir edebiyattır. Yazar, “Düşman estetik”
sözünün ilk kullanıcısı Nazım Hikmet’i; tekellerin, vakıfların Nazım Hikmet’ine
çevirme çabasını anlatırken: “İki Nazım Hikmet var. Biri; anlamı daha iyi
kavranacak, belirlenecek, Afşar Timuçin’in çok güzel ifadesiyle, sanatı
kavgasının kavgası sanatının ürünü Nazım Hikmet’tir.
Öbürü, vakıfların Nazım Hikmet’i. Tekelci bir kültüre asimile
edilmiş. Üç telli sazlara indirgenmiş, ideolojisiz, steril bir metaya
dönüştürülmüş.” diyor.
Kitapta yer yer öyle önemsediğim ve günümüzde çok net olarak
görüp yaşadığım gerçeklikler var ki, gazete makalesi olsa manşete taşırdım.
İşte en önemlisini kısaca aktarıyorum: “Yoksullaştırma süreci kesintisiz bir
süreçtir. Egemen ve alternatif sanat arasında kıyasıya mücadelenin bir yönüdür.
Bugünün gelişmeleri, bu süreci hızlandırmış, daha kolay görünür kılmıştır.
Raymond Williams, egemen kültürün, sürekli ‘doğmakta olan’ kültür öğelerini
‘bütünleştirme’ çabasını vurgular. (Raymond Williams, Marksizm ve Edebiyat,
çeviren: Esen Tarım, Adam, İstanbul) ...egemen kültürün tuzaklarından biri,
“doğmakta olan”ı sisteminkine alternatif olanı, ‘karşıt’ görünümlü ama özünde
sistem içi bir öğeye dönüştürmektir. Özünde burjuva bir sanatı, alternatif
sanat olarak yutturmaktır.”
Politikada da aynı şeyi yapmıyorlar mı? Kendiliğinden
kalkışmış bir gezi olgusunu haziran’laştırmak, en yakın bir örnektir. Che’yi
tişört üzerine taşımak, tarihsel değerlerimizi özleri boşaltılmış halde
geçersizleştirmeye çalışmak da hemen akla gelenlerden…
Kitapta, Nazım Hikmet’ten sistem içi öğeleştirmeyi eleştiren
“Maksim Gorki’ye Açık Mektup” şiirinden son bölümü okuyoruz. Lenin’i sevmek ile
anlamak arasındaki farkı işlediği şiir, bizde de çok değerli eleştirmen yazar
Asım Bezirci ardından sahte gözyaşları dökenleri anımsatıyor. Kitap ona da
çeşitli alıntılarla yer vermiş. Okurken bu önemli yazarımızın ve diğerlerinin
yakılışına öfke kabarmaları yaşarken, onları sadece sevmek değil anlamak da
gerektiği bilincini pekiştiriyoruz.
Şiirle ilgili eleştirilerin olduğu bölümde ise politikadan
kaçmakla sözüm ona özgürleştiğini sanan şairlere ve birinci ikinci üçüncü yeni
değil aslında “geri”lere de diyeceğini diyor yazarımız. “Bir sanatçının
ideolojisi yapıtının içindedir.” diyor. Ayrıca kategorilere değindiği bölümde
“kategoriler ve kavramlar, eğer bilimsel bir yöntemle üretiliyorsa gerçekliği
açıklar. Onlar da kategoriler kullanıyorlar, ‘toplum’ kategorisi yerine
‘millet’ kategorisini. ‘Sınıfsal insan’ yerine ‘milli insan’ kategorisini.
‘Birey’ kategorisi, ‘sınıf bireyi’ni reddetmenin kategorisi oluyor,”
saptamasını yapıyor.
Yukarıda adını bir kez daha saygı ile andığımız Asım Bezirci
SOLDAKİ SAĞCI sözünü kaç zaman önce kullanmış. İşte bu “soldaki sağcı”ların
körlükleri ideolojiktir diyor yazarımız. Anlamsız, insansız ve gerçekdışı bir
şiirin soldaki savunucularına ideolojik körlere karşı olmak, edebiyatta süren
bir politika olmalıdır. Bizim Sadık bu konudaki duyarlı bilinçli duruşunu bu
kitabında da sürdürüyor. 1995 yılında çıkardıkları “Sermaye Kültüründen KOPUŞ”
adlı dergiden de belli oluyor bu… Günümüzde tavrı, tutumu adında olan böyle
dergiler çok azaldı.
Okumazsak eksiklik olacağını düşündüğüm bu kitabın en önemli
bölümlerinden bir paragrafı paylaşarak bitireceğim. Yıllar önce stk’lar yolu
ile hoşgörü seminerleri veriliyordu. Neyi hoş görmemiz içindi o seminerler?
Geçmişe şimdi buradan ve aşağıdaki paragrafın ışığında bakınca daha netleşiyor.
Türbana hoşgörüydü, ilkelerimizin alaşağı edilmesine hoşgörü idi…
İşte o bölüm (s: 226): “İnsanı sinirleri, duyguları alınmış,
tepkisiz, uysal bir sömürü yaratığına çevirmek isteyen tekelci sistemin
entelektüellerinin en çok korktukları duygulardan biri öfke, yaşam ve
başkaldırı belirtisi anlamına geliyor. Kuşkusuz, öfke bilincin aydınlığıyla
donatılmadıkça kör ve anlamsız kalıyor. Ancak hiçbir kurtuluşun, haklı ve
bilgili öfkenin itici gücü olmadan gerçekleşebileceğini sanmıyorum. Sömürü
karşısında öfke, nefret duymayan insanın kurtuluş mücadelesinde yer
alabileceğine inanmıyorum.”
*B. Sadık Albayrak, Doğu Kitabevi, Nisan 2015, 311 sayfa