İFTARLIK GAZOZ*
Türkiyem cennetim şarkısı ile “Türk övün çalış güven”
yazısının temsil ettiği saf, bir hapishane içinden /yönetiminden yansıtılırken
diğer iki saftan biri camiden, imamdan diğeri de devrimci sosyalist halk
evinden yansımakta… Bir de yöre halkı var. Tütün ekimiyle uğraşan ege
kasabasında yaşıyorlar. Filmin sonunda devrimci ölmekte, Türkiyem cennetimciler
ve yöre halkı buna üzülmekte ama Mevlana bize “son” yazısı öncesi bir cümle ile
almamız gereken dersi dayatmakta… “Açlığa sabır, Allah’ın has kullarına bir
lütuftur”.
Filmde oruç ile ölüm orucu arasındaki mistik bir bağ
kurulmuş… “Orucunu bozarsan 61 gün oruç tutman gerekir” diyen hoca efendinin
sözleri ile şu işe bakın ki! on yıl sonra açlık grevinin 61. gününde ölen genç
arasında mantıksal nedensel olmayan mistik bir bağ kurma çabası ise harika bir
sinematografik işleyiş ile veriliyor. Hapishane ya da hastane koridorundaki
sedyeden tavana bakınca görülen floresan ışıkların akışından okul koridoru
tavanındaki ışıklara doğru bir geçiş ile kahramanın çocukluğuna gidiyoruz. Aynı
şekilde aradan geçen on yıllık bir kopukluktan sonra birden bire kahramanın
öldüğü sahneye geçiliyor. Sinema bölümü öğrencileri için, filmlerde geçmişe
dönüşlerin (flashback) nasıl yapılabileceği ile ilgili tekniklere iyi bir örnek
olabilir. Çekimler güzel olabilir. Naif öğelerle süslü mizah bizi güldürebilir.
Çocukluğundan bir kesite tanık olduğumuz genci ölüm orucunda yitirmek bizi
ağlatabilir. Çocuk psikolojisi ile çocukluk sevdalısı olduğu kız oruç tutuyor
diye tekne orucu değil, tam oruç tutmaya çabalayan birisinin, kızdan aşağı
kalmama hayalleri, kızın sadece ramazanın başında sonunda bir de kadir
gecesinde oruç tuttuğunu öğrenmesi ile sarsılır. Çalıştığı gazoz atölyesi
sahibinin seyyar arabasında gazoz satarken özenle sayıp yüz gazoz kapağını kıza
bir torba içinde hediye eder. Naif göze girme çabaları bize sevimli görünür.
Gazozları şişeleyip satan usta bu küçük çırağı (Cem Yılmaz) bir patron değil,
kendisine emanet edilmiş bir evlat gibi görmektedir. Çırağın başına bir şey
gelse, kötü yola düşse “bana demezler mi sen nasıl bir ustasın diye,”
düşüncesindedir. Ama yine de en yokuş yerde seyyar gazoz arabasında çırağı bir
başına kan ter içinde bırakıp yoldan geçen arabaya atlayıp kasabaya gider.
Bu ayrıntılarla kendimizi feodal kırsal kasabanın Ege’ye
özgü bir dinselliğin yobazlaşmayan ortamında buluruz. Gece tütün kırma
sahnesindeki fenerlerle ışıldayan kırsal ve eşlik eden müzik zihinde iz
bırakıcıdır.
“Odtu’ye gidip başımıza solcu olmuş” bir ağa oğlundan
edindiği kitaplarla başlayan serüven nasıl gelişti bilemiyoruz. Birden bu güne
(80lere) geliyor ve açlık grevinin tesadüf bu ya 61. gününde tam da oruçlara
son verip anlaşmaya varıldığı gün, genci yitiriyoruz.
Sonuç olarak bu gerici bir filmdir ama dinsel öğeler
bulunduğu için değil, ya da oruç, imam, teravi gibi konulara yer verdiği için
değil… Yerli gazozu savunan ama halkın modaya uyup cola markalarına yönelişi
ile yani tekelci sermaye sisteminin gelişi ile işleri bozulan küçük üreticiyi
savunmak, milli sermaye diye bir şeyin kalmadığı bir dünyada milli
sermayecilikten ötesini dillendirmemek, üstelik bunu “dondurmam gaymak”ta da
yaparak kendini tekrar etmek… gericilikte ısrardır. Tarihi ileri doğru yaşamak
istemeyen, tekelci dünya sömürüsüne karşı bir aşama geri gidip milli sermaye
dönemlerine özlem duyan ama emperyalizmin bir sıçrama ile varması kaçınılmaz
olan sosyalizme yönelenleri de açlık grevi vesilesiyle öldürüp üzerine ağıtlar
yakmak ilerici bir film etmez.
Postmodernizm işte böyle bir şeydir. Gerçeklikten yola
çıkar, gerçekle nedensel diyalektik bağları kurmada terslikler yaparak yani
çarpıtarak vardırmak istediği yere gelir. O yer ayağı yere basmayan süreçteki
işleyişin varmayacağı bir yerdir. Ama süreç doğal olarak işlenmiş, yer yer
insanca öğelerle süslenmiştir. Biz bu sürecin etkisine kapılırız. Varılan yere
nasıl geldiğimizi düşünmeden eseri beğeniriz. Tıpkı son on dakikasında, üstelik
bir Cem Yılmaz oyunculuğuna rağmen, ağlamaktan bir hal olduktan sonra üstelik
hapishane müdürünün dahi açlık grevindeki gencin ölmesi haberini verip, başını
eğerek üzüldüğünü de gördükten sonra, bütün sebepler sonuçlar çorba haldedir.
Tam bir sınıf kardeşliği içinde, en duygulu anlardayız… Anne ağlar, usta ağlar,
seyirci ağlar… Taa ki son sahnede ekrana
düşen bir Mevlana sözüne kadar: “Açlığa sabır, Allah’ın has kullarına bir
lütuftur”. Demek sabredemeyip ölen “kul” has değil…
Son sahnelerde bir şok ile Mevlana devreye giriyor… ilerici
devrimci ilkeler uğruna bir kavgada ölene değil, sabreden bir has kulun
uğradığı lütufla yitişine ağlıyorsunuz.
Postmodernizm işte böyle ince ince işler, bir yere kadar her
şey doğru dürüst giderken birden bire büyü bozulur. Gerçekten uyandıran bir
büyüdür bu… Bütün ince ince işlemelerle aklımıza kazınanlarla farkında olmadan
bambaşka bir kıyıya sürüklenmiş buluruz kendimizi…
*Gösterim: 29 Ocak 2016/ Yapım: Yüksel Aksu
Evin Okçuoğlu