ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

29 Eylül 2014 Pazartesi

ISLIK KOROSU



ISLIK KOROSU

Paralizi deniyor. Felç anlamındadır. Toplumsal felç halinde idik. Ayılmak yani hafızamıza kavuşmak için bir şok etkisi gerekiyordu. Felç haline doğru gerileme, Atatürk’ün ölümünden önce başarılan kazanımların ve Köy Enstitüleri Halk Evleri gibi toplum olarak bizi felçten koruyacak kurumların yok edilmesi ile başladı. Daha da önemlisi Yalçın Küçük’ün Komuta Kuleleri olarak çevirdiği; yer altı kaynaklarımızın, haberleşme ve iletişimin (telekominikasyon) elimizden alınmasıyla gemi azıya aldı. Emperyalist savaş örgütü NATO’ya katılmamızla ivme kazandı. Çok belirginlere değinerek ve yüzeyden ilerleyerek ifade edersek, bu felç etkisi ansızın olmadı. Yavaş yavaş medyadan, TV kanallarından, eğitimin ezbercileşmesinden, genel tutumun bilimden çıkıp dinsele doğru dönüş yapmasından, kültürel emperyalizm yoluyla kimliklerin yabancılaşmasının zirvesine çıkarılmamızdan güç aldı. Hiç acelesi yoktu bu felcin. Uyuştukça uyuştuk. Üretim koşulları bizi kendimize hatta ürettiğimize bile yabancılaştırdı. Ulus olmayı tam başardık derken, herkese sihirli soru sorulmaya başlandı: Aslen nerelisin! Böylece etnik kimlikleri şişirdiler. Artık mozaikliğimiz bir tutkal değildi; çözücü seyreltici ayrıştırıcı hale getirilmek üzere yollar açılıyordu. Yalçın Küçük’ün harika yıllar dediği 60lı yılların, 15-16 Haziranların ertesinde ilk 12den vuruluşa varmıştık. 12 Martın yetmediğini 12 Eylül başlattı ve halen sürmektedir.
Tay dergimizin çıktığı yörenin işçi şairi de o harika yılların aydın birikiminden bir ışıltıdır. (Şair İbrahim Yıldız Avrupa’da Sayfa: 6) “Kıyıda Bir İbrahim”

“kıyısındasın şiirin İbrahim
ayaklarını yıkamak yetmez
ürkmez atlar kendiliğinden
araba devrilmez
oysa şiir balıkla kılçığı
yaprakla damarı
çiçekle kokusu arasındadır
bırak İbrahim atları arabaları
tekerlekle dingili arasındadır şiir döner
ısınır
gıcırdar”
Bu şiiri şimdiki zamana, kendisini toplumun nabzından koparmışlara, kalem oynatan ama aydın olmaya doğru emekleyenlere bir derstir. Bize felçten çıkmak için bir şok etkisi gerekiyor. Ey aydınlar, sözleriniz ağlamaklı bireysel değil, uyandırdığı duygunun titreşimleri ile şok edici olmalı. Çünkü dünyanın en zifiri karanlık günlerinden geçiyoruz. Umut bu karanlıkta nerdedir bilir misiniz? El yordamıyla da olsa, uzatın ellerinizi karanlığın içinde, dokunmaya çalışın. Bir omuza dokunduğunuz yerde, ete kemiğe bürünmüş demektir umut. Edip Cansever Mendilimde Kan Sesleri şiirinin bir bölümü ile yetişiyor umut arayanlara:
“Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket”
“Yanlış yerlere büyüyenler” dizesinden çağrışımla dostu da düşmanı da yanlış yerlerde aramaya yazgılandık. Hem de sadece bizim ülkemizde değil, tüm dünyada bu kurgulandı. Sadece bir tek örnek yeterli: Afrika Hutu kabilesini sömüren Belçikalılardı, ardından düşman olunan Tutu kabilesi oldu. Öfkemizi kinimizi de doğru yere akıtmak için belki de Suriye sahnesine çevirmeliyiz bakışlarımızı. Arap baharıyla oynanan oyunların son perdesinde artık tekrarlandıkça bu kan emici düzenek işi bize gösterdi ki, aslen nereli olmamızdan çok hangi sınıfa hizmet ettiğimiz öne çıkmasın diyedir bütün tezgâhlar. Oysa biz felç halinde yanlış adreslerin peşinde yürüdük. Amerikalı yazar Walt Whitman’ın (1819 - 1892)
 Türkçeye çevirdiğim Düşünceler şiirinde dediği gibi:

“Düşünceler
İtaatin, inancın, bağlanmanın düşünceleri;
Dışardan durup baktığımda, bana derinden dokunan bir şey var
büyük kitlesinde
insanlığın,
insanlığa inanmayan liderinin peşinde olan.”

Farklı etnik kökenlerden de olsak sömürülerek yoksullaştırılmak 
en güçlü birleştiricidir; birleştik. 
Atatürk devrimciliğinden daha geriye itilmek istendiğimiz günlerde 
ayağımızı bastığımız bu coğrafyada kararlıyız. 
Daha geriye basmayacağız. Atatürk’ün gerisine itelenmemek için direniyoruz. 
Rıfat Ilgaz’ın Aydın Mısın şiirinin son bölümünde dediği gibi: 
“Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol”
              
(1968)
Karakılçık adlı şiir kitabından (1969)
Bütün Şiirleri 1927-1991(Çınar Yayınları)


Tarafsızlık diye tutturup korkuluk bile olmak istemeyenler var. Ama sessiz kalamayacağımız durumlar vardır. Hele bir aydın için tarafsız olmak kabul edilemez. Savaşlarda da bağımsızlık savaşları, kurtuluş savaşları gibi savaşlar ile emperyalist emelli savaşları birbirine karıştıramayız.
Savaşların en kötüsü emperyalist savaşlardır derdik. Ama ondan da kötüsü varmış. Emperyalist savaşlarda taşeron olmak… Bir de üstüne üstlük bu savaşları destekleyen eli kalem tutanlar var. Onlara ödüller verenler var. Evvel.org’dan alıntı ile okuyalım.
“The Marmara Oteli’nde düzenlenen Sedat Semavi Ödülleri töreninde, TRT Türk’te yayınlanan “Masumiyet Müzesi“ adlı belgeseli ile ödüle layık görülen ve konuşma yapmak için kürsüye gelen Demet Haselçin, edebiyat eleştirmeni Sadık Albayrak’ın “haklı” tepkisiyle ve eleştirileriyle karşılaştı. Orhan Pamuk’a ve Orhan Pamuk’un son zamanlardaki söylemlerine ilişkin bariz çelişkileri işaret eden bir protesto konuşmasıyla eleştiri hakkını kullanan Sadık Albayrak’a, salondan birinin “Sen de kimsin, çık dışarı!” diyerek fiziksel müdahalede bulunduğu ve saldırdığı görüldü.”
Yeri gelmişken elbette bu saldırıyı kınıyorum. Sadık’a desteğimiz aslında sadece ona değildir. Aynı zamanda savaş sahnesinde taşeronlaştırılmaya karşıdır, dökülen kanların durması adınadır.
Şiirlerimizde öne çıkan reçeteler yazmaktan öte, duyumsatmaktır. En güzel günün habercisiyiz. Daha kolay sömürülmek için korkutulmak, sindirilmek üzere felce uğratılışımızın, üzerimize ölü toprağı serpilmişliğimizin sonuna geldik. Sadık’ın tepkisi de, sokaklarda meydanlarda üniversitelerde oluşan güç birlikleri de, kabaran dalgalar da birer göstergedir. Geçmişte tekel işçilerinin yanına giden öğrenciler vardı. Şimdi de ODTÜ’ye destek için gelen işçiler sendikalar var. Bu başlangıçların bir ıslık sesi olup korkuyu eriteceğini görmemek olası değil. Fikret Uzun bu konuyla ilgili “Asıl korkması gerekenlerin korku yayanlar olduğunu ve tabansız kaldıklarını görmek göstermek gerekiyor” diyerek stadyumlara kadar erişen korkusuzluğu anımsatmıştı.
Bizi diz üstünden ayağa kaldıracak olan, onurumuzla yaşatacak olan gücümüzdür. Bu güç, karanlık sokaklarda bizi korkudan uzak tutan bir ıslık sesi gibidir. Giderek ıslıklarımız buluşacaktır.
Sözü, Nâzım Hikmet’in “Korku” adlı; her tür baskıyla, zulme maruz kalan, linç edilmek istenen siyah şarkıcı /oyuncu Paul Robeson için yazdığı şiirle bitirelim. 
“Korku

Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robeson
inci dişli zenci kardeşim
kartal kanatlı kanaryam
türkülerimizi söyletmiyorlar bize.
Korkuyorlar Robeson
şafaktan korkuyorlar,
görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar.
Yağmurda çırçıplak yıkanır gibi ağlamaktan,
sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar.
Sevmekten korkuyorlar, bizim Ferhad gibi sevmekten
(Sizin de bir Ferhad'ınız vardır, elbet Robeson, adı ne?)
Tohumdan ve topraktan korkuyorlar,
akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar.
Ne iskonto, ne komisyon, ne vade isteyen bir dost eli
sıcak bir kuş gibi gelip konmamış ki avuçlarının içine.
Ümitten korkuyorlar Robeson, ümitten korkuyorlar, ümitten.
Korkuyorlar kartal kanatlı kanaryam
türkülerimizden korkuyorlar.”


Evin Okçuoğlu