ÇIKIŞ 2
YALÇIN KÜÇÜK
“DELİ ÇOCUK” “BU KİTAPTA HEYECAN VAR” DİYOR
Bu kitapta heyecan var. Önsöz intikam diye başlayıp
ışıklarımızı yakıyorum diye bitiyor. Bu kitabın yazarı kendisine “deli çocuk”
denmesine sevinçle yaklaşan Yalçın hocamızdır. İntikamında Osmanlıcılara
Ottomanız, Atamanız diyor ve yazmasını Kuzguncuk semtinin Kudüscük (Little
Jerusalem) olduğu girişi ile müthiş bir heyecanla sürdürüyor.
Kitapta dokuz sure (kısım) var. Bunlardan üçüncüsü Deniz
Hakan tarafından yazılmış. “Ahlak Teorisine Dönüş” “Artık Demokrat ve Ahlaksız
Adamlarız” başlığını taşıyor. Okan İrtem’in kaleme aldığı beşinci surenin
başlığı ise “Bir Pagan Kuruluş” “Çok Dinli Doğum: Osmanlı”.
Yıllarca bir aydın kişinin umut olacak söylevini duymak
istemi ile toplantılara katılmışımdır. Beni tatmin edecek bir söylem ile sağlam
bir duruş ve saptama ile karşılaşmadığım için hayal kırıklığına uğrayarak
döndüğüm toplantıları anımsıyorum. Yurda dönen Server Tanilli hocamız bile
yeterli heyecanı yaratamamıştı. Bence kitleleri sürükleyici olan hitabetten çok
düşüncelerin gerçekliğin ürünü olarak doğru yönü işaret etmesidir.
Heyecan duyuşunu hiç yitirmeden direngenliğini sürdüren Yalçın
hocamız her kitabında savaşıyor. Savaşımız, (savaş değil de savaşımız diye
vurguluyorum) “Ortaçağ misali zaman sadece an’lıktır. Tarihi olmayan ve zamanı
akmayan bir millete dönüyoruz.”(s: 41) saptamasından yola çıkarsak, durdurulmak
istenen akış ileri doğru sürsün diyedir. Bu savaşım bizim içindir. Bizim ileri doğru
sıçramamıza engel olanlara karşı yapılan bir savaştır. Gericilik ve ilericilik
eksenindeki bir sınıf savaşıdır. Onu okuyarak anlayarak ve anlatarak bu savaşın
birer neferi olmak boynumuzun borcu olmalı diye düşünmekteyim. O nedenle bu
kitabı tanıtmalı, okunmasını sağlamalıyız. Gerçekliğe dayanan çok titiz
akademik çalışma, çok dilden kaynak araştırma sonucu sentezlenmiş saptamalar
içeren ÇIKIŞ 2’den bazı kısımlara alıntı olarak yer vermek istiyorum.
“Böylesine topyekun destekli bir iktidar ile tarihimizde ilk
kez karşılaşıyoruz ve benzeri hiç yoktur.” “Tarihimiz, en büyük ihanetle karşı
karşıyadır ve tam bir kuşatma mevcuttur.” (s: 43)
“Çökmelerine rağmen hâlâ düşmedilerse üçü bir yerde
olmalarındandır. Akepe ve cehepe ve mehepe üçü birdir. Üçü tek partidirler.”
(s: 46)
Ben buna blok
diyorum. Bir blok olarak meclisi kaplayanların cumhuriyete saldırısı,
cumhuriyeti eski rejim haline düşürerek her yerde “yeni”yi palazlandırma
çabaları sürerken korku da egemendir. Egemenlerin korkusunu ortadan kaldıracak
şeyi Spinoza’dan aktarıyor hocamız. “Spinoza, daha 1690 yılında formülü vermiş
durumdadır. Yeni iktidar, ’sabık kralın dostlarını, yakınlarını ve dost
olduklarından şüphe ettiklerini öldürerek’ korkudan kurtulmayı ve kendini güven
altına almayı sağlayabilmektedir.” Böylece Ergenekon tutuklamaları ile “dalga
dalga” yapılan 1793 Fransasındaki tutuklamalara anlam verilmiş oluyor.
Tarih derslerinde olaylar savaşlar kahramanlar veya diğer
ünlü kişiler kendi dönemleri içinde bize hep doğrusal olarak ve parçalı
öğretilmişti. Aynı dönemde Avrupa’daki olaylar oluyorken Asya’da neler
olmaktaydı gibi bağları kurmadan, eş zamanlı bir dünya bakışı vermeden geçer
giderdi tarih dersleri. Bunu hatırlamama neden olan alıntı şöyle: “Spinoza ve
Sabetay Sevi aynı çağın insanlarıdırlar. Sevi’nin çıkışı 1666 ve Spinoza 1670
olmakla, her ikisi de konverso’durlar. Spinoza, İzmir ile bağlantılı idi ve
ben, yıllar önce, Amsterdam ile- Spinoza Amsterdam’a yerleşmişti ve Sevi ise
İzmirli olup, İzmir arasında hem güçlü bir işbirliği ve hem de rekabet olduğunu
yazmıştım.”
Çıkış 2’yi okurken okura bir önerim var. Yanınızdan kâğıdı
kalemi eksik etmeyin. Tarihin içinde siyaset ve filozofların arasında 17. 18.
Yüzyılda gezinirken okuma listenize ekleyecek yeni başlıklarla
karşılaşıyorsunuz… Montesquieu’nun
İran Mektupları, Kanunların Esası, Diderot’un
Körler Üzerine Mektup, Rahibe, Ramaeu’nun Yeğeni, Buffon’un Doğa Tarihi, …
Devrimler her zaman incelemeye değer dönemlerdir. Geçmişte
yayınlanmış olan devrimler ve karşı devrimler ansiklopedisi ciltlerimiz vardı.
Yalçın hocamız devrimlerle ilgili incelemesinden çıkarımlarını paylaşmış: “
Açabiliriz, bir Fransa ki, muhalif olma ile dinsizlik moda idi ve büyük
modadır; ama çok küçük bir azınlık modayı izlemektedir. Bu durum bize, Büyük
Fransız ve Büyük Ekim Devrimleri’nin halini ve dayanağının çapını
anlatmaktadır. Buradan, asillerin kırıldığı ve feodalitenin dezaktivize olduğu
sonuçlarını çıkarabiliyoruz. İhtilal’e kadar bir politik boşluk var. Demek ki,
büyük devrimler çok büyük ancak sessiz bir desteğe dayanan küçük azınlıkların
işidir. Asıl güç çok yoğun ideolojidedir; bu o kadar öyle ki, Tocquville,
Ancien Régime’i yıkan Fransız Devrimini dinsel saymaktadır. Din ile ilgileri
yok ama hedeflerine dinsel bir bağlılık gösteriyorlar.”
İşte bu günü anlamakta bize ipuçlarını birer şifre misali
veren hocamız, vargılarına ulaştıran birçok kaynağı taramaktan bizi kurtarıyor.
Gustave Lanson, belki de 12 Eylülün bitmeden sürmesini ve akepenin yolunu
açmasını 1912 yılında yayınlanan Fransız Tarihi ve Edebiyatı çalışmasında
anlatıyor. Hocamızın alıntısı içinde Lanson’un sözleri tırnak içidir: “…’zaten
önceden yarı yarıya yapılmıştı’, demektedir. Ancien Régime kendisini yıkan ve
temizleyen İhtilal’in işlerini yarı yarıya tamamlamıştı, bunu anlıyoruz.”
Bu anladığımızın hayata geçişi sırasındaki hukuk çiğnemeler
için yapılacak açıklamanın hukuk tarihinde “düşman ceza hukuku” diye
adlandırıldığını okuyoruz. Ayrıntısını Yalçın hocamızın kutucuk tekniği ile
kaleme aldığı bölümde okuyabilirsiniz. (s: 73)
Deniz Hakan’ın müthiş çalışması üçüncü sureye geçmeden son
bir alıntı günümüze ışık yakıyor: “Ve 1967 ve 1973 tarihlerinde Sovyetler,
Mısır’ı ve Nasır’ı yalnız bıraktılar. Şimdi Putin, Esad’ı yalnız
bırakmamaktadır. Ne demek, Ruslar, yobazizim ile savaşmak için sıcak sulara
indiler.”
Deniz Hakan’ın sayfalarında neredeyse altı çizilmedik yer
bırakmamışım. Birkaç alıntı ile bana hak vereceğinizi umuyorum: “Robespierre ve
Machiavelli, egemen sınıfları, kamu çıkarı için ve zor yoluyla alaşağı etmeyi
savundukları için suçludurlar. İnsan hakları ve demokrasi kavramlarını bir
kaide üstüne koyarak kutsallaştıran tekelci dönem, kamu çıkarı tartışmasını
gözlerden saklar ve şiddet tartışmasını, ‘ne için’ ve ‘neden’ sorularından
kopararak, neredeyse boş bir uzayda, ‘şiddet iyi midir, kötü müdür’
tartışmasına indirger.”
Filozofları gerçekçi ve kamudan yana bakış açısı ile
irdelemeye çok gereksinmemiz var. İşte Hobbes için Hannah Arendt ile aynı
fikirde olan Denizkızımız şöyle diyor: …Hobbes da, ‘İnsan insanın kurdudur’ derken
değişmez bir insan özü tanımlamış oluyordu. Hobbes’un yaptığı bu kez,
soyluların hırslarını ve oluşum aşamasındaki kapitalizmin ‘günahlarını’,
‘mutlak rekabet ilkesini’ insan doğasına yüklemekti.” (s: 91)
Aklın dinsel dogmalara inançlara teslim edildiği çağların
içinden çıkan bugüne ışık yakan yönü ise kısa ve öz olarak okuyoruz: “Aklın
kullanılması önündeki her engel, aynı zamanda özgürlüğün ve ahlakın da önündeki
engellerdir.” (s: 96)
Denizkızımızın Yalçın hocanın iyi bir öğrencisi olduğu
nereden belli derseniz çok net araştırmacı çok kaynak taramacılığından
diyebilirim. Bilgilerin havada köksüz çalı gibi uçuşmamasından da bunu
anlıyoruz. Işık yakmak için geçmişin aydınlanmacılarının kapsamlı incelemesini
zevkle okuyoruz. Postmodernizmin her şeyi bağlamından soyduğu süreçlere inat
geçmişin ışığını bugüne taşıyıp bugünü daha net ışıklandırmak aklın bilimle
netleşmesi ne kadar yerinde olmuş. Edebiyata da aynı bakışla bakmamız gerek.
İşte kısa bir değinme: “Sosyalist bloğun yıkılmasının ardından tekeller, artık
yalnızca sosyalist olana değil, modern olana da fütursuzca saldırmaya cüret
edebildiler. ‘Kahraman’ dediğimiz, romanda da olsa artık tekelleri rahatsız
etmektedir. İrade, ahlak ve kavga artık aranan özellikler değildir. Yüksek
insan out’tur. Martin Eden yerini Dexter’a, Julien Sorel yerini Familiy Guy’a
bırakmıştır.” (s: 105)
Üçüncü bölümden, Deniz Hakan’dan son alıntımızla ayrılıyoruz:
“Ahlaka dönüş mü, yirminci yüzyılın tutkusunun kölelik olduğunu söyleyen
Camus’nün ısrarla yazdığı gibi, artık sadece başkaldırıdadır.” (s: 127)
Çalışmasını Yalçın hocasına ve dedesine (Süleyman Üstün) yakışır şekilde yapmış
olan Deniz Hakan’a teşekkür ederim.
Tekrar Yalçın hocamız sözü alıyor. Bize iki kişiyi tanıtıyor.
Zafer Toprak ve Güngör Uras… Okuma listenize Prof. Zafer Toprak kitaplarını
eklemeniz kaçınılmaz oluyor.
Okan İrtem karşılaştırmalı dilbilgisi gibi karşılaştırmalı
tarih çalışması yapmış. İki farklı tarihçiden yararlanarak gerçeğe varmayı
çalıştığı bölüm gerçekten önemli netlikleri içeriyor. Çıkarımlarından
alıntılar: “Böylece ilk İslama geçen Türk devletinde Arap değil, İran etkisini
bulmuş oluyoruz.” (s: 236)
“Türkmen boylarının yurt kurdukları topraklar İranlıların
nüfuz alanı içerisindeydi. Yerleşik kültürü ile İran ise o yıllarda sanki hiç
kurumayan bir resim tablosuydu ve tuvaline girip çıkan Türk boylarını tepeden
tırnağa kendi rengine boyuyordu.” (s: 236) Bu kısmı okurken nasıl sevindim
anlatamam. Böylesi imgesel anlatımla süslenmiş edebiyata yaklaşan bir ifade ile
karşılaşmak çok hoştu. Kutlarım.
Bir örnek daha vereyim de bu güzel imgesel ifade yalnız
kalmasın: “İslam Türkler için, sanki içinde eski dinlerini biriktirdikleri bir
tür kumbaraydı; herhalde onda tüm eski dinlerini de muhafaza ediyorlardı.”
Dinler tarihinde böylesi bir geziye çıkardığı için hocamızın sevgili
öğrencilerinden Okan İrtem’e teşekkür ederim. Böylece Osmanlı’nın doğuşundaki
etkilere daha net bakmış oluyoruz. Bu arada Mevlanacıların da bu bölümü iyi
okumaları gerek… “Bu açıdan Mevleviliği ve Türkmenleri iki ters yönlü akım olarak
düşünebiliriz. Biri içerde ve zenginliğin biriktiği şehirlerde kalırken,
Türkmenler ve heteredoks dervişler kırlara ve sınır boylarına doğru
ilerliyorlardı. Zenginlik vaat etmeyen Osmanlı’nın Mevlevilerin dikkatini
çekmemesi bu açıdan doğaldır.” Osmanlı Türk İslam değil Türk Rum senteziydi…
İşte Yalçın hocanın dediği intikam budur.
Bir bitişe sahip olmayan sürekliliği olacak olan bir Çıkış’la
karşı karşıyayız. Devrimci durumda olduğumuz ve çözümün ise daha laik daha
halkçı daha eşit bir cumhuriyet olduğunu saptayan bölümün ardından, dönenlere,
başkaldırıya elveda diyenlere elveda diyor hocamız. Yükleri atıyor. Tarihi
anıları olarak okuyoruz. Bir tür tarihsel dedikoduyu andıran kısımlar var.
“Başkent Hastanesine gitmiştim. Haberal hocam yurt dışındaydı. Fatih Hilmioğlu
hocamı gördüm ve son derece sağlıklı ve moralli buldum. Pek sevindim, koğuşta
hep soruyordu, ‘bize ne yaparlar’, cevaben bir tarih tutmuştum, bu tarihe kadar
en az beş yüz kişilik bir katliam olmazsa, ‘biz çıkarız’ diyordum. Ve süre bitti,
‘çıkarız hocam artık tutamazlar’, bunu hep tekrarlıyordum.” (s: 281)
Sonlara yaklaşırken, Tarihi yer bizim k… mızın konduğu yerdir
diyen Aziz Nesin ile kotardığı Aydınlar Bildirisi ve Yaşar Kemal bölümü var.
Afşar Timuçin hocamızla yapılan söyleşiye de bir kutu içinde yer verilmiş.
Okunması gerekir.
Konu cehepe liderinden açılmışken Hocamız çok yerinde bir
çağrışımla Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sındaki epsilon insan tipini vurguluyor. Bu
kitabı da listenize ekleyiniz.
Kazanımlarımız ve güzel haberlerimiz bu kitap ile netleşiyor.
Nerede görürseniz okumalısınız. Okan ve Deniz’li bir üniversite olmayı
heyecanla müjdeliyor hocamız. Artık Yalçınlarımız üniversitedir. Tükenmiyorlar.
Çoğalıyoruz.
Evin Okçuoğlu
25 Ocak 2016