ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

29 Temmuz 2010 Perşembe

AKTİVİST




Gazeteden başını kaldırdı. Gözlerinin içinde anlam pırıltıları aradım boşuna. Kahverengi gözlerinde renk vermeyen bakışları vardı, geceleri denize yansıyan ışıltıları andırmıyordu. Tartıştığımız konuyla ilgili bir ipucu yakalamış gibi konuşmayı sürdürdü:
“Eylemci ya da militan değil aktivist diyorlar bir kere! Küresel veya yerel hiç fark etmez.”
Sabah sabah nerden aklıma geldi bu konuyu açtım bilmiyorum. Tarihi bir pastanede sabah kahvesinde onunla buluşacağıma saçlarıma kına yakar, gün boyu kitaplar ve internet arası oyalanırdım. Belki bahar sebzesi karaciğer dostu bir de enginar pişirmek vardı hesapta. Ama bu konu soğan doğrarken de aklımda olurdu, enginara yakışan bir tutam iç baklanın kabuğunu ayıklarken de. Ben kendimi bilmez miyim! Ben de aldım sazı elime ona laf yetiştiriyorum:
“Aktivist deyince tepki vericiler mi anlayacağız yani? Zararsız görevliler mi anlayacağız. Aktivist, hangi ideolojiden olduğunu belli etmeyen, hatta eylemlerin ideolojik kısmını gizlemek amacı ile özellikle yabancı dilden ithal edilmiş postmodern bir sözcük… Medyada kullanılmakta olan bir söz bu… Eskiden dernekler olurdu; üye aidatları ile yaşayan, şimdi ise platformlar var; fonlar ile ayaktalar. Bu fonları alanların organize ettiği eylemler var; bunların kimisi çevreci, kimisi feminist içerikli, kimisi siyasi... İşte bu eylemlerin içinde yer alanlar da aktivist oluyor. Onlar bir sol ideolojik söylemi asla yaklaştırmıyor etkinliklerine, belki yaklaştırdıklarının da özünü yok ederek alıyorlar. Eskiden bu türlere oportünist derdik ve halen buna yeni bir kelime neyse ki icat edilmedi.”
Eli koltuğun kenarındaki soğuk raptiyelerinin üzerinde geziniyor. Sonra kısa bir yudum kahve alıp düşünme payını yeteri kadar kullanmış olarak konuşmaya başlıyor:
“Olaya böyle bakınca, gereken yere gereken miktarda yollanarak, gereken dozda slogan atan kalabalıklar olmuşlar insanlar. Modaya uygun anılmak istiyorlar. AKTİVİST. Neden büyütüyorsun bunu?”
Onunla tartışmak boşuna bir çaba olacak. Konuyu değiştirsek diyorum. Oturduğumuz kafede hafif bir müzik yayını deri koltuklara gömülüp kalıyor. Rahatlıyoruz. Mis gibi kahve kokusu duyuyorum. Komşu masaya gidiyor gözüm. Filtre kahve kokusuna bayılıyorum.
Koltuklar hoşuma gidiyor en çok bu eski pastanede, bir de siyah beyaz desenli yer karoları. Suni deri olmalı bu koltuklar. Çocukluğumdaki devlet demir yolu trenlerindeki gibi yeşil renkteler, bazıları da kırmızı… Koltukların tahta ile buluştuğu kenarlarına dizilmiş sarı renkte üzeri pütürlü raptiyeler var.
Yıllar geçecek, devletin demir yolları varmış diyecek insanlar.
Aktivistler küresel köylerde haykıracaklar.
Görünmeyen bir erkten bitmez tükenmez talepleri olacak, yapılsın edilsin diyecekler. Tepkiselliklerini gösterecekler sözüm ona. Kendilerine burun kıvıranları ayıplayarak psikolojik linçten de geçirebilirler. Hem de uluslar arası aktivistler bunlar canım… Atlayıp araçlara ister başka ülkelere ister uzak illere gidip aktivistlik neymiş gösterecekler ele güne… Paraları bol demek. Fonlar para akıtıyor demek.
Yok yok, böyle olmamalı. Bu olumsuzluğun senaryosunu yazmayacağım. Benim düşlerim daha başka!
Kırlaşan uzun saçları ve küpesi ile karşımda sessizce gazeteye göz gezdiriyor arkadaşım. Benden uzaklaştı iyice. Aklı kim bilir nerede! Yeni heykeline vereceği şekildedir belki de. Sanatçılar böyledir işte, düşler kurarlar ve o düşü metale kadar somutlarlar. Demiri eğer büker, anlam kazandırırlar boşluğa düşen gölgelere…
Kafe kalabalıklaştı.
“Kalk kız benim atölyeye gidelim.”
Bunu derken gözü garsondaydı. Hesabı öder ödemez kalktık. Kuzguncuk’tan geçen bir otobüse bineceğiz. Deniz kıyısından ilerliyor otobüs. Denizi karşı sahili ve erguvanları bir film şeridi gibi izleyip, içimde hüzünlü anlamlar biriktiriyorum. Otobüsten iner inmez kuş cıvıltıları ağaç dallarından sekerek geliyor kulağımıza. Yokuş kısa neyse ki.
Atölye serin. Tahta masada bir tabak dolusu yeşil erik var. Komşunun bahçeden göz hakkı olarak gelmiştir kesin. Onun dışında bu geniş yüksek tavanlı küflü ahşap mekânda, metal kokusu, pas kokusu, kaynak kokusu.
“Ben biraz çalışayım, bitmek üzere olan bir iş bu. Bak, hem tahta hem demir kullandım aynı çalışmada…” diyor ve gözünü koruyucu kalkanla kıvılcımlar saçmaya başlıyor. Ben masadan birkaç erik alıp ağzıma götürüyorum. Elim uzanmışken derleyip topluyorum masayı. Birkaç kitap duruyor. Düzeltiyorum. Şiir kitabı var. “Sevdadır” diyor Arkadaş Z. Özger. Sayfalarda geziniyorum. Zaman puslar içinde akıyor.
Başını kaldırdı. Bunlar sabahki gözler değil! Gözlerinin içinde anlam pırıltıları görmek beni şaşırttı. Kahverengi gözlerinde renkler alevlenmiş bakışlarına vuruyor. Geceleri Kuzguncuk’ta denize yansıyan ışıltılar gibi. Demir gibi, ahşap gibi, sarı küçük raptiyeleri heykelin üzerine nakşettiğini görmek beni nasıl mutlu etti. Kucakladım onu.
O anda uzaklarda eskiden kalma bir tren sesi işledi içimize. Rayları Anadolu’ya doğrultmuş trenler geçti. Raptiyelerden kurtuldu elimiz, deri koltuklardan kalktık. Demiri tahtayı özünden kavrıyoruz o anda. Anadolulu bir eylem bu. Eli nasırlı yüzü maden karası bir eylem. Benim düşümle heykel aynı dili konuşuyoruz. Bunu iyice anlıyorum. Uzun kır saçlı arkadaşımın kucağından ayrılırken sabah beri tartıştığımız aktivist kalabalıklarına yabansı bir dudak büküyoruz.

Evin Okçuoğlu