ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

1 Kasım 2010 Pazartesi

UÇURUM SOHBETLERİ

UÇURUM SOHBETLERİ



Uçurumun kenarındaydık hepimiz. Konuşuyorduk. Yaşlısı genci, işçisi öğrencisi, çiftçisi köylüsü aynı dipsiz gibi derin, karanlık ve korkunç ortaçağ uçurumunun kıyısına kadar itelenmiştik. Ortaçağ deyince ürperiyorduk. Daha önce de bunun benzeri olmuştu demek... İnsanlık onurunun yok edilişi, köleleşme, cemaatleşme ve kavimler kavgalaşması bir tarih şeridi gibi geçti gözümün önünden. Bu ikinci baskıydı. Ama artık yaşanmışlığın üzerine tıpkısı olamazdı. Daha bu güne özgü ve daha yetkin bir planın kurbanları olmamızı tasarlamıştı düzenek. Önceleri geçmişten ders almalıydık sözleri boşunaydı. Konuşmamızı istedikleri gibi konuştuk bir süre... Özgürlük demokrasi dedik... barış dedik. Ulus devri bitti artık dedik. Bunları bize dedirtenler ulus kavramlarına sımsıkı sarılmıştı oysa. Onlar küresel faşizmin oyun kurucularıydı. Biz ise geriye kalan tüm insanlık... Ezilen sömürülen yoksul bırakılan açlıktan ölenlerdik. Ve hepimiz aynı uçurumun kıyısındaydık.

Aramızda düşünürler, fizikçiler, kimyacılar, toplum bilimciler vardı. Durumumuzun açıklamalarını yapan konuşmalar sdohbetler ile çareler bulup çevrelerindekilere anlatıyorlardı. Bir basınca karşılık kıpırdamadan yerinde durabilmek bir başarı diyenler olduğu gibi, basıncı geri püskürtmek için ileriye doğru hamle için kenetlenmiş bir blok itişten başka çare olmadığını dile getirenler de vardı. Çok mantıklı geliyordu bu fikirler. Ama bir türlü onca kalabalığı bir blok haline getiremiyorduk. Aramızda uçuruma çekiştirenler de yok değildi. Göz göre göre gücümüzü azaltan bu işbirlikçilere olan öfkemiz, bizi uçurumun kıyısına sürükleyenlere olandan daha az değildi.
Nasıl mı geldik biz bu uçuruma? Kişisel olarak tek tek bizlere dayatılan medyaya uyduk. İrademizi, bilincimizi teslim ettik, dizilere, eğlence programlarına. Kitaplardan uzaklaştık. Bilimden üretimden ve eğitimden uzaklaştık. Yoksullaştıkça birbirimize girdik, boşandık, intihara kalkıştık, öldürmeye kalkıştık ev halkından başlayarak kinimizi boca ettik çevreye. Üçüncü sayfalarına düştük gazetelerin. Saatlerce evlenme programlarından eş seçtik ve yemek eleştirisine kulak verdik yoksul sofralarımızda. Belleklerimizi sıfırladılar. Yurttaşlıkla ilgili inançlarımızı dinsel olan ile değiş tokuş ettiler. Yoksullaştırılmamız kaçınılmazdı bu ekonomik sistemde. Yoksullaşanların çaresizliğini satın aldılar. El açtıkça açlık terbiye ettikçe bizi, onurlarımızı kafamızdaki bitler gibi tek tek kırdık.
Geriye gidiş var dediler, o süreci de hafifsedik. İşten atıldık, içeri atıldık ama karşımızdaki düşmana karşı bir olup ileri atılmadık.
Düşman kimdi peki? Herkesin düşmanı farklıydı. Düşman öyle gizliyordu ki kendisini, asıl düşman nerdedir kimdir göremiyorduk. Düşman sanıp kimimiz Irksal kinler üretti, komşu etnik kökene diş biledi. Kimimiz kendi mezhebinden olmayana düşmanımdır dedi. Kimimiz sağcı bu dedi kimimiz solcu, bilmeden etmeden düşman oldu.
Dünya kapitalist sistemi ekonomik krizlerin en büyüğünü yaşıyor şimdi. Hayatın nesnel gerçekliği safları netleştiriyor. Hızla ilerleyen bir süreçteyiz. Hem uçuruma ilerletiliyoruz, hem de artık bilincimiz yerine geliyor, Uzun bir uykudan uyanır gibi mahmuruz ama açılan gözler artıyor. Her şey birbirine bağlı diyoruz şimdi. Kriz de işsizlik de yoksulluk da ahlak ve onurun yerlerde sürünmesi de...
Ağzında lafı geveleyenler var. Uçurum kenarında aramıza karışıp ağzında lafı geveleyenler neler neler diyorlar. Bu 21. yüzyılın kapkara uçurumunun tepesinde söyledikleri şeyler, itildiğimiz yerden güçlü bir hamle ile kurtulmamız için hiçbir katkısı olmayan hatta gücümüzü kesmeye yarayan sözlerdir. O sözlerin sahiplerini aramızdan dışarı çıkarıyoruz. Ayaklarımızı sımsıkı bastığımız yeri değil, az daha itilirsek düşeceğimiz uçurumu sevmemizi söylüyorlar. Karanlık sevicileri karanlık sözleri ile bir başlarına bırakıyoruz. Gelinen noktadan kurtulmak için herkes bir tarif veriyor. Bu kir seçimle temizlenmez diyoruz. Tarih birebir tekrarlanmasa da benzer sözler edenler olmuş geçmişte... Bunun gibi başka kara noktalardan kurtulma çareleri aramış insanlar. 16 Mayıs1919'da Balıkesir okuma yurdunda Leblebici Raşit efendi şöyle bir laf ediyor: "Amerikan mandası, İngiliz mandası, Fransız mandası ne demektir efendiler? Susurluk çayırında manda çok isteyen gidip alsın. Mandayla protestoyla düşman geri gitmez. Düşmanı durduracak kuvvet namlunun ucundadır."
İşçinin vatanı yoktur diye işgal edilen topraklara duyarsızlaştırma çabasında olanları da aramızdan ayıklamamız gerekiyor. İşçinin vatanının tüm dünya olacağı günlere ancak öyle varılır.
Savunulacak bir toprak da var, yüzyılların emek sömürüsünün açlığa ittiği insanlık da var. Hamur kabarmış. Yoğurup ekmek yapmak gerek. Tarihin tekrarı olmayan bir ekmek bu. PARİS KOMÜNÜ deneyimi gibi savaşıp ölen yoksul işçi köylü olurken iktidarı alan burjuvazi olacak değil bu kez. Muhteşem hatalar yapma lüksü yok insanlığın.
Kıyısında durduğumuz uçurumdan aşağı bakmayı denediniz mi hiç? Oradaki orta çağ da eskinin tekrarı değil, daha gelişkini; mobeseli tele kulaklı, zincir yerine manyetik bilezikli. Yani teknolojik bir ortaçağ. Ama değişmeyen şeyler de var bu ortaçağda: sömürü gibi, zulüm gibi, kan dökmek gibi, mantık dışılık gibi, bilim dışılık gibi... Bilimi din ile kucaklatmaya çalışmak gibi. Ama doku tutmaz. Boşuna çaba... Ne var ki, şu andan çıkış ile uçurumdan çıkış için gereken çaba arasında fark var. Ellerimizi kabaran hamura bulaştırma zamanı.

Evin Okçuoğlu