ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Çiçek

 Yaslanmış yaprağa açmaktan yorgun çiçek


Al rengini yeşile yük etmiş çiçek


Dalı narin kendi masum bir goncaymış


Açmış tacını tomurcuğu gizli çiçek



Evin Okçuoğlu 

Kalamış

 Kalamış’ta soğudu sular

dallar da yapraksız artık

çünkü daha var

derinde bekleyen 

gülücükleri tomurcukların

balık oltalarından çekilen hüzün

titreşen sularda uyuklayan sandal

daha zaman var

derenin buluşması gibi Marmara’yla

gözü denize dikmiş bekleyişi kedinin

berduş bir barakada susmuş efkâr

kalamış’ta soğudu sular

hayat hep gün sayar

Çadırda

 ÇADIRDA

 

Evin Okçuoğlu

 

Didim’deki Cemevinde depremzedelere öğle yemeği ikram ediliyor ve eşya yardımı yapılıyor diye duyunca ben de nasıl yardımcı olabilirim diye sormak için gittim. Eşyalar tasnif edilmiş, tezgâhlara düzenli bir şekilde dizilmişti. Bebek maması, bebek bezinden, ayakkabı ve yatak yorgana kadar her şey vardı. Görevli önlüğüyle dikkat çeken kadınlar, başvuranların önce kaydını alıyor, sonra salona ihtiyaçlarına göre standlara yönlendiriyorlardı. Görevlilerden başka elemana gerek olmadığını, öğrenince dışarı çıktım.

Bahçede oturan arkadaşlarla konuşmaya başladık. İsminin Serdar olduğunu öğrendiğim görevli önlüğü olan bir genç çay getirdikten sonra masamıza oturdu. Bana depremden geldiğini ve anne babasını enkazdan çıkarıp çadıra yerleştirip buraya geldiğini anlatmaya başladı. Fotoğraflar gösterirken yaralı bir dize sıra geldiğinde “Babam yatalak olduğundan onu çıkarmak için sürükledim, dizi mikrop kaptı, dedi. Sonra konudan konuya daldan dala anlatmaya devam etti. Hatay’da çektiği fotoğrafları gösterirken nevigasyondan sokak görüntüsü açarak binaların eski ve yeni hallerini izletti. Özellikle önceden altı kat iken üç dört kata inmiş olduklarını vurguluyordu. Delikanlının yüzüne baktım. Hiçbir ifade yoktu. Donuktu. Dinlemeye devam ettim. Sağa sola ve yukarı aşağı hızlı gidip gelen bir sarsıntı vardı. Durulunca panjurları bağlayıp asıldım atladım, dedi. Bazı detay sorular, sıradan sorular sordum. Yanımızda oturan Cemevinden arkadaşımız Sevda’ya psikolojik destek alıp almadıklarını sorduğumda Psikolog arkadaşının daha çok erken, zaman lâzım dediklerini öğrendim. Belediyenin gönüllü psikolojik destek çalışmasında da çok sıra varmış. Delikanlı sohbet sonunda konuşup anlatmak rahatlatıyor dedi. Bu arada yemek dağıtımı başladı. Self servis tepsilerine günün yemeklerini yine görevli kadınlar bölüştürüyordu. 

Çocuklar o sırada etrafımızdan koşuşarak geçti. Birden arkadaşıma biz de izin verirlerse bahçedeki çadırda çocuklarla resim yapalım, hikâyeler okuyalım dedim. Arkadaşımla randevulaştık. Ertesi gün ne kadar boya kalemi resim defteri varsa arabaya yükleyip Cemevinin yolunu tuttum. O gün arkadaş gelmedi. Ben de başkana sordum. İzin verdi. Bahçede resim yapmak için çocuklarımızı çadırda bekliyorum anonsunu da yaptım. Çadırdaki masa ve sandalyeleri dizip kâğıtları boya kalemlerini masalara serpiştirdim. Birer ikişer çocuklar gelmeye başladı. Resimlerin üzerine isimlerini yazmalarını çünkü sergi yapacağımızı duyurdum. Yazamayanlara ben isimlerini yazıyordum. Böylece birkaç gün içinde öğrenip isimleriyle hitap edebilecektim. Çadır duvarına biten resimleri asmaya başladım. O gece işe yaramanın verdiği iç rahatlığıyla uyudum. 

Ertesi gün yine yemek sonrası aynı saatte hevesle gittiğimde çocuklar yine kalabalıklaşarak katılıyor, okul öncesi okul çağı farklı yaş grubundan çocuklarla birlikte bir iki saat geçirmek onlara da iyi geliyordu. O gün bir görevli arkadaş çadır girişinde benim zaten tanıdığım ressam İrfan Ertel’i tam tanıştırayım diyecekken ben söze girdim. Görevli arkadaş ben İrfan hocam hoş geldiniz deyince tamam siz tanıyorsunuz birbirinizi ben gideyim diyerek çıkıp gitti. 

O günden sonra birlikte ve çoğalarak çalışmalara devam ettik.Celil bey de aramıza katıldı. İrfan hocamız kuru boya ve pastel boyaların yerine sulu boya ile resim yapmalarını sağladı. Paletler fırçalar boya tüpleri sağlanınca renklenen resimlerle çadırın havası değişti. Edebiyat öğretmeni arkadaşımız ders desteği sağlarken ben de kendi yazdığım çocuk kitaplarından öyküler okuyorum. Materyal yönünden zengin İrfan hocamız hafta sonu da çocuk sineması gösterimi yapabileceğini söyleyince herkes seviniyor. Her cumartesi film izletiyoruz.

Depremin ardından kırk yas günü geçince çadırda çocuk şarkıları ve klasik müzik dinletmeye de başlıyoruz. 

Yüz kadar çocuk okula kaydolduğu için onlar akşamüzeri geliyorlar. Çadır, bahçede oynayıp tekrar gelen çocuklarla dolup boşalıyor. Yaptıkları resimleri annelere koşa koşa gidip gösterip geliyorlar. Hiçbir zorlama baskı olmadan elleri oyalansın kafaları dağılsın diye düşünüyoruz. Okul öncesi gruptan bir kızımız bana nene öğretmen İrfan hocaya da dedeöğretmen diyormuş. Kendiliğinden bir düzen oluşuyor. Paletinde renk biten sıraya girip istiyor. Resmi biten asmamız için getiriyor. Anne babalar duvarda asılan kendi çocuklarının yaptıkları resimlerin fotoğrafını çekiyor. Bazen ele takılarak oynatılan kuklalardan kirpi ve Noel babayı konuşturuyorum. Başka kim konuşturmak ister diyorum. Kirpi oluyorlar, Noel babadan hediye olarak çiçek istiyorlar. Masalarda yemek sonrası oturanlarla sohbet ediyoruz. Kimisi sabit bir tebessümle, kimisi yabansı duruşla öbekler oluşturmuş çay içiyorlar. 

Tekerlekli sandalyede bir nine dikkatimi çekiyor. Türkçe bilmediği için oğluyla konuşuyorum. Anam evsiz kimsesiz kaldı alıp bize Almanya’ya götüreceğim… Sen onun duruşuna bakma o hiçbir yere bakmadan kilimler halılar dokurdu. Bilgeliği de cabası diyor. Gözü dalıp gidiyor ninenin… Gelin yanında nasıl olacak bilmem diyor. Az işiten kulağı duyacak gibi sesleniyorum nineye: Sende çok masallar hikâyeler vardır, torunlara anlatırsın. Mutlu olurlar.

Başka bir masada ise bütün aile eş dost akraba bir eve toplandık. Yatak eksiğimiz var diyor. Hemen çevrede bir telefonlaşma adres alma derken yatak o akşam ellerine ulaştırılıyor. 

Bir diğer masada ben hanımlara boncuk dizme kolye bilezik yapma öğreteceğim diyen Bahriye hanımla merhabalaşıyorum. Bembeyaz bir masa örtüsünü seriyor. Boncukları ipleri iğneleri kadınlara verip öğretmeye başlıyor. Onlar kendi hallerinde kümeleşince çadırımız daha bir anlam kazanıyor.

Bir anne ile ilkokul birdeki kızımıza toplama çıkarma yanı sıra okuma ve yazma da çalıştırıyoruz. Okuldan geri kalmasın diye bütün çabamız. O ara başka bir depremzede çocuğunu resim yapsın diye getiriyor. Öğretmen olduğunu öğrenince hemen ikinci dönemin konularını soruyoruz. Çarpım tablosuna başlatmak gerektiğini öğrenince annesi zaten ikişer sayabildiğini söylüyor. Fark ediyorum ki okumaya başlayan çocuklar içlerinden heceleyip sonra kelimenin tümünü sesli söylüyorlar. Bu da okuma öğretiminde ilkokul öğretmenlerinin başvurduğu bir öğretim biçimi diye düşünüyorum. Ne yetkin kişiler olduklarını bir kez daha anlıyorum. 

Çadırda bir erkek öğrenci gönülsüz şekilde annesiyle geliyor. Pek oturmaya da hevesi yok. Annesi uyku uyumuyor çok huysuz diyerek yakınıyor. Hiç sorun değil otursun belki canı isterse resim yapar diyorum. Üzerine düşmeyin, kendi haline bırakın diyorum. Bir süre sonra sulu boya ile bir araba resmi yaptığını görünce, haydi bunu asalım da yeni bir kâğıt vereyim, çok güzel olmuş diyorum. İster misin diye sorunca sessizce başıyla evet diyor. Annesi geri çekiliyor. Sonraki günler de hep aramızda görüyoruz onu; bazen bahçede top oynarken, bazen cumartesi sinemasında… 

Arada bir Serdar gelip birer bardak çay getiriyor. Hatırını soruyorum. Bir gün Serdar nihayet ağlamayı başarıyor. 

 

 

Kavurga

 Kavurga 

Çok zahmetli bir günün sonunda annemle babam harman yerinden saman balyalarını kağnıya yükledi. Ben de kenarda oynayıp onları izliyordum. Annem: “Melek hadi dönme vaktidir kızım,” dedi. Ben o zamanlar iri kara gözlerle meraklı bakan bir çocuktum. Karmakarışık saçımın iki örgüsü ucuna bez bağlanmış, ayağımda lastik patik, cebimde kavurgalarla tozun toprağın içinde gün geçirirdim Yedi yaşıma karşın okul, kitap, defter görmemiştim daha. Benden birkaç yaş büyük ağabeyim de öyle… O günü hiç unutmadım. Her aklıma gelişte gözüm yaşararak anımsadım. Gökyüzüne bakıp duran babam endişeliydi. Kara bulutlar yaklaşıyordu. “Yağmur gelecek hanım acele etmeliyiz,” dedi. Öküzleri bağlayıp kağnı hareket ettiğinde ikisi de kan ter içinde kalmışlardı. Yola düşme zamanıydı. Öküzlerin biri çelimsiz kaldığından zorlanıyordu kağnı. Hızlanamıyordu. Az ilerlemişken birden sarsılıp durduk. Tekerlek çukura girmişti, babam birkaç kez boşuna hamle yapıp zorlasa da öküzler tekerleği çukurdan kurtaramadı. Modulla bir iki kez daha sert dürttü. Yine kıpırtı yoktu. Babam alel acele güçsüz öküzü çözdü, annemin hayret eden bakışlarına aldırmadan kendini kağnıya diğer öküzün yanına koştu. “Haydi hanım al modulu, dürt beni de öküzü de,” dedi. Annem sopanın ucundaki çiviyle önce öküzü sonra da babamı dürttü. Ama babama zayıf gelmiş olmalı bu dürtme ki sinirlendi. Annemin yanına gelip öyle bir yeri göğü inleten sesle bağırdı: “Daha kuvvetli dürt diyorum sana daha kuvvetli!” deyip geçti öküzün yanına… Annem gözlerinde yaşlarla babamın dediğini yaptı çaresiz… İşte o anda babam can havliyle garip sesler çıkararak yüklendi. Tekerleği gömüldüğü çukurdan çıkarmayı böylece başardılar. Bayram sevinci gibi bir sevinç yaşadık. Annemin gözünden süzülen yaşlar gülen dudaklarına doğru akıyordu. Hem gülüp hem ağlıyordu. Zahmetli yol hep bir göğe bakıp bir öküz dürtmeyle sürdü gitti… Ambara kadar yağmura yakalanmadan vardık. Kağnıdan saman balyalarını indirip bir oh dediklerinde ilk damlalar düşmeye başlamıştı. Sivas’ın yoksul bir köyünde tarla ile ev arası, ev işleriyle yorgun düşülen yatak arası bir yaşantımız vardı. Öyle ki elektrik yok, su taşıma su… Ateş yakıp ısınacak ne bir kibrit, ne de bir çakmak vardı. Köyde dumanı çıkan bir dam gördük mü gider bir kürek kor alır ocağımızı yakardık. Eğer bir gün önceden kalma küllerin altında köz kalmışsa onu harlayıverirdik. Sonra günlerden bir gün içimde bir sevinç, bir yerinde duramamak… Gidiyorduk. Köyden şehre, Sivas’tan Adana’ya! Ne büyük bir mutluluktu… o duygulara mutluluk adını koyacak kadar bile dilim dönmezken yaşadım o acemisi olduğum duyguları. Babam önden gitmiş, Adana’nın yoksul mahallesinde tek göz odaların sıra sıra dizildiği odalardan birini tutmuştu. Yatak döşek toplandı, denkler yapılıp kağnıya yüklendi. Trene kadar böyle gidilecekti. Ben kağnının arkasına kardeşimle kuruldum. Sevinçten bacaklarımı sallayıp duruyordum. Elimi cebime attım; kavurgalar. Köylük yere özgü yoksul yemişi kavurgalar… Oh dedim içimden, köyden kalan izlere küçümser gibi baktım. Artık şehre gidiyoruduk. Köyün izlerini silercesine baktım avucumdaki kavurgalara… Sonra savurdum kavurgaları fırlattım sağa sola… Bir avuç daha aldım cebimden; savurdum köyün tozlu yollarına… Sonra bir avuç daha… Sonra bir avuç daha… Evin Okçuoğlu

Gökyüzü

 Gökyüzü

 

Evin Okçuoğlu

 

mavi saatler hüzün sofrasıdır 

sessiz ve uzaktır karaltılar bize

anlam arar dururuz arapsaçı dallarda

aşkın bitişidir çırpınan kuş kanadında

 

kuşlarla dallar birbirine karışır sonra

İstanbul çeker ak bulutları üzerine

güneş gider gölgeler biter

aşkın dokusu kalır gözbebeğinde

 

 

Hayatın Anlamı

 HAYATIN ANLAMI

 

Evin Okçuoğlu

 

Ordu’dan İstanbul’a taşınmışız. Şehrin Ordulular mahallesinde bize de bir küçük yer düşmüş. Yerleşmişiz. Babam elinden gelen iş ne ise yapmış, çalışmış. En son bir mermer atölyesinde çalışıyorken işler bozulduğu için işsiz kaldı. Babam annemin çalışmasına hep karşıydı. Ama koşullar zorladı. Annem gündelik temizlik işine başladı. Mahallede bir komşu kadın bu işi daha önceden yapıyordu. Nerdeyse çalışmak isteyen tüm kadınlara o iş buldu. Böylece annem de haftada birkaç gün temizliğe gitmeye başladı. Küçük kızkardeşimle beni mahallenin ilkokuluna verdiler. Okula başladığımda 8 yaşındaydım. İkinci sınıftaydım. Ordu’nun köy okulundan çok farklı olan bu okula uyum sağlayamadım. Sınıf arkadaşlarım da İstanbul’a göçmüş aile çocuklarıydı. Hepsi de “yaramaz” ve “tembel” dediklerinden... Ben okumayı pek sökemeden ikinci sınıf olmuştum. Derslerde öğretmen bir şey okutacak da kekeleyip mahcup olacağım korkusuyla hep kendimi gizlemeye çalıştım. Öğretmen, “Cihan, oku bakalım oğlum,” diyecek diye ödüm kopardı. Her ders yılı kaçtım okumaktan... İlkokul bitti. 

 

Kız kardeşim Bahar öğretmenini severdi. O bana benzememiş! Bir gün anlattı durdu; öğretmen saçını okşamış... Başka bir gün gülen bir yüz olmuş geldi; öğretmen “aferin” demiş... Sonra ders yılı bitti... Öğretmen yazın kitap okuyun demiş... Nereden bulalım kitap, okul kapalı. Zaten sınıf kitaplığında okunmadık kitap kalmamış...  Bahar başladı aramalara... Evden dışarı çıkıp da minibüslere binmemişiz, uzak yerlere gitmemişiz. Bildiğimiz tek yer okul yolunda birkaç bakkal o kadar. Kitapçı olsa ne olacak, parasız kitap vermiyorlar ki... 

 

O yaz okul kapanmadan duyuru yapıldı. Yaz okulu varmış. Sabahtan kuran kursuna gidenler bile vazgeçip yaz okuluna gider oldular. Sabah sporu yapıyorduk orada. Ders dediğin ders değil. Eğlenceydi. Resimler yapıp boyardık... Renkli kalemleri kağıtları okuldan verirlerdi. Beslenme saatinde meyve suyu ve poğaça ikramı vardı. Sıcacık poğaçaları peçetelerle tutup alır, teşekkür ederdik. Sonra müzik çalışması olurdu. Koroda şarkılar söyler sonra da serbestçe kendi memleket türkülerimizi okurduk. Öyküler okunur, öyküde geçen konu ile ilgili konuşulurdu. İsteyen eve öykü kitabı götürür, okur, geri getirirdi. Bahar en çok buna sevinmişti. O yaz, yaşantımız boyunca anımsayacağımız güzellikte geçti.  

İlk defa İstanbul’u gezmeye götürüldük. Müzeler ve saraylar büyülü bir zenginlik dünyasıydı. Bizim dünyamızdan uzakta... İstanbul ne kalabalık, ne çok araba var. Yaşadığımız ilkler öyle çoktu ki. Bazı arkadaşlar denizi ilk kez görüyordu. Bu arada yol uzun, trafik yoğun; çoğumuzu gezi otobüsünde söylenen şarkılara bile katılamadan otobüs tuttu. Alışık olmadığımız ama yine de değişik bulduğumuz bu gezilerin bir gün sonrasında en çok ilgimizi neyin çektiği sorulurdu. Herkesin aklında sarayların yüksek tavanları ve altın sarısı işlemeleri kalmıştı. Boğaz köprüsünden İstanbul görünümünü de hemen hemen herkes anmadan geçmiyordu. Yaz sonu okul telaşı başladığında bazı arkadaşlarımız burs aldı. Giysi ve ders kitapları sağlandı. Bazı arkadaşların velileri okula gelip öğretmenlere dert yanıyorlardı. Her yıl okul formalarında değişiklikler yapılması yüzünden küçülmese de eski ceketleri giydiremediklerinden yakınıyorlardı. “Her yıl her yıl değiştirilir mi giysiler! Nasıl alalım her yıl yeni ceket!” birkaç kişiye yardım etmekle bu sorunlar çözüme ulaşmış olmuyordu. Hem yoksulluk hem de o yoksulluğun içinde eğitim almaya çalışanlar öyle çoktu ki... Öyle çoktuk ki...

 

Okul kapandığında sekizinci sınıfı bitiren arkadaşlardan birine rastladığımda tanıyamadım. 

Kızcağız çekinerek yaklaştı, “beni tanımadın mı?” dedi. Kara çarşafın içinde tanımam zor olmuştu ama ona bunu söyleyemedim. “A! Merhaba,” diyebildim şaşkın bir şekilde. Sonradan anlattığına göre babası daha fazla okumana gerek yok demiş, yatarken bile uzun paçalı kat kat giysiler giydiriyorlarmış. Korkarak yakındı bir süre: “Bilsen öyle sıkılıyorum ki bu baskıdan,” deyip hemen uzaklaştı. Bakkala bile gitmesine izin yokmuş. Nasıl olduysa o gün bir kaçamak dışarıdaydı. Belki yatılı kuran kursuna yollayacakmış babası... Ben liseye de gideceğim. Belki öğretmen olurum. Belki işsizler ordusuna katılırım. Ama elimden geldiği kadar okumak için çabalayacağım. 

 

İşte o yıllarda böyle düşünüyordum. Sınıf arkadaşlarımın çoğu öğrenimlerini tamamlamadan işe girip, değişik iş yerlerinde çırak oldular. Ben daha şanslıydım. Burs alarak okumaya devam edebildim. Öğretmen olunca atanacağım yer neresi olursa gitmeye kararlıydım. Atamam yapıldığında Van ili yatılı bölge okulunda çalışmak üzere trenle yola çıktığımda Anadolu’nun o şarıl şarıl akan nehirleri üzerinden geçerek, iğde kokularını içime çekip nerdeyse sarhoş gibi yolculuk yaptım. Yaz başında böylesi güzel olan doğaya hayran kalmıştım. Trenin penceresinden ayrılamıyordum. Tatvan’a varınca öğretmen evinde kalıp dinlendim. Önümde yepyeni bir dönem vardı. İçimdeki heyecan dinmek bilmiyordu. Öğretmen evinde konuştuğum her öğretmenden yeni bir şey öğrendim. Öğrencilerin durumları ilginçti. Aile arasında kendi dillerini kullanıyor, okula gelince Türkçe öğreniyorlardı. Ben her şeyin üstesinden gelebilirim diye düşünüyordum. Öğrencilerimi çok sevecek, onlara yeni şeyler öğreterek hayata hazırlayacaktım. Engeller, sorunlar her işte vardır diyordum. 

Sonra Hasan’ı tanıdım. Kapkara kıvrık kirpiklerin arasından bakan zeytin gözleriyle bakıyordu. Oturduğu sırada diğer öğrencilerden daha uzun boyuyla dikkati çekiyordu. Okulda yapılacak törende şiir okumasını istedim bir gün. Önce istekli göründü. 23 Nisan şiirlerinden birini okuyacaktı. Derslerde de pek sesli okumalara katılmazdı. Öğrencilik yıllarımda, iyi okuyamadığım için öğretmen beni görmese de okutmasa dediğim günleri anımsadım. Bu gidişi kırmak gerek diye, ona ders sonrası yardıma başladım. Şiiri bir güzel vurgularıyla tonlamalarıyla çalıştık. Kürsüde şiiri okuduktan sonraki güvenli edası görülmeye değerdi doğrusu. Hasan artık seviyordu okulu... Dersleri daha iyiye gidiyordu. Daha sonraki yıllarda birçok Hasanlar oldu öğretmenliğim boyunca. Bomboş okul kütüphanelerini çabalayıp uğraşıp öykü ve şiir kitaplarıyla donatmak gerekti hep. 

Bahar’ı anne babası okula göndermek istememiş bir zaman. Onu tanımam da önemliydi benim için. Kız çocuklarının da okula gönderilmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. Kahvede tanımıştım babasını. Bahar için çok dil dökmem gerekti. kampanyalar yapılıyordu. Kız çocukları için burs veren bir dernekten yardım bile buldum Bahar için. Babası sonunda kabul etti. Ne kadar başarılı ve zeki bir öğrenciydi Bahar... Aradan yıllar geçti... Bir gün haberini aldım... Hemşire okulu sınavlarını kazanmıştı. Bir bahar açtı sevincimin dallarında... Emeğimin  meyvesini topladıkça nasıl çiçeklendim. Umutlarımı gerçek görmek baharlar açtırdıkça daha çok sevdim işimi. 

Yaşantıma kattığım eşime o yıllarda rastladım... Sağlık taraması için başvurduğum sağlık ocağında, bembeyaz bir çiçekti Aynur hemşire...  İkimizin de konusu insandı. O beden sağlığıyla ben de eğitimle yönelmiştik çocuklara... Kısa bir bakışma anından doğurduğum hayallerle geçti günlerim, gecelerim. Hep yüzü vardı gözümün önünde... Aşı yaparkenki sevecen yüzü, annelere sabırla anlatışları sırasındaki yüzü, gün sonlarında yorgun ama yılgın olmayan yüzü... iyileşen bir çocuk için sevinen yüzü... Merhabamız, arkadaşlığa dönsün diye yapıp bozduğum bir sürü plandan sonra, ilk buluşma için berbere alışverişe gitmek, telaş telaş... Ama ne tatlı bir heyecan... karşımda oturmuş gözleri yüzümde geziniyor... Bakmaya doyamıyorum saydam aydınlık yüzüne... Aynur hemşire anlatıyor... Duyuyorum, ama dinliyor muyum? Sözleri bastıracak kadar güçlü atıyor sanki kalbim. Ona ne anlattım, o neler dedi, bir dahaki buluşma için sözleştik ya gerisi önemli değil... İple çekilen o buluşmalardan sonra, biraz daha rahatlamıştım. O da bana ilgi duyuyor... o da bana ilgi duyuyor diye kendime ninniler söyledim ama boşuna. Uyku tutmaz olmuştu bir kere.

Tayin, bir acımasız fırtına gibi geldi o yaz... Ben bir yana o bir yana savrulacaktık...  Çaresi bir an önce evlenmekti. Öyle yaptık... Parlak ışığıyla dolunay gibi parladı yaşantıma ve birlikte Anadolu illerinde yıllarca görev yaptık... Bizim de anne baba oluşumuz, o yıllara rastlıyor. 

Anılarımızı birlikte biriktirdik, acıları sevinçlerle demledik. İlk beyazları birlikte yakaladık saçlarımızda. 

 

Şimdi düşünüyorum: Hayatın anlamı ne diye soruyorlar da şaşırıyorum. Gençler anlamsız buluyorlar demek hayatı... Ona bir anlam verecek şeyi arıyorlar... O zaman taşıyorum kendimden, yeni yetme heyecanlarım parlıyor gözlerimde. “Hayatın anlamı,” diyorum, “sevdiği işi yapmak, yaparken de hayata bir katkı sunmaktır... Bir fidan dikmektir, fidanı sulamak, yeşermesini görmektir. Üretmek ve pay etmektir... Nasıl desem... Hayatın anlamı, sevgiyi hafife almadan doyasıya vermek demek...”

 

Yıldız Tarihi 2022

 Yıldız Tarihi 2022

 

Evin Okçuoğlu

 

türküler yakma devri bitti kadına

vurulan damga morluktur bu çağa

çürümüş inancın kapkara sayfasında 

elde satır sopa şamar

iner kalkar 

iner kalkar.

uçuşan kurşun, değdiği yâr

ahh kan kusar karalar bağlar

diz döver derman arar boşuna kadınlar

hortlamış ortaçağın suratı salıverir 

mahkeme kalır divana 

adalet köşede ağlar.

 

Ya sonra yarının mimarları 

Genç damarı ülkenin

Bekler durur 

Umut tutsak bir tiranın elinde

Umut ürkek bir serçe

 

Çürüme değil bu artık

Geçmişiz oraları

İskelet kemik kuruluğu

Haince inanmaya zorlanışlar

Sarık sopa önde 

hak adalet cüppe

büyür gözde büyür

büyümez ahh körpe duruşlar

fırat’ın şahlanan köpüğünde erir

kıstırır köşeye taş duvar

yaşamaktan vaz geçirir 

ahh tabuyu delmez isyan

akıl izan ufka çok uzaktır.

 

yıldız tarihi iki bin yirmi iki

not düşün şimdi

umuda kurşun sıktılar

insanmışız, varmışız

kulmuşuz, ümmetmişiz

yarınımız intihar

yarınımız cinnet

zil takıp oynasınlar

ahh nereye kadar!

nereye kadar!

Ey Kamera

 Ey Kamera

 Evin Okçuoğlu

 

gezin dur üstümüzde ey kamera

fal taşı göz

bitmemiş uykumuz

yarım rüya karışığı serimiz

moloz hurda toz yığınında

taş duvarlara çarpıp yırtılan sesimiz

el vurduğumuz bağı çözülmüş 

dermansız diz

 

bak buraya ekrandayız

her kapı ardı bir dünyaydı

bitmemiş işler yığını şimdi

bizden üç kişi, ondan beş

bitişikten on eksiğiz… 

 

bu yarılma

bu çökme

ikiye bölüp ağacı

on metre iteleyen

eften püften 

yıkıldık hiç yoktan 

ey kamera dondur bizi

üşüt yüreklerimizi

 susuz evsiz kalınca

bir de ailesiz

öğret bize çaresizliği

demlensin öfkemiz

 

ey kamera toplasan milyonları

kursan çadırı

giydirip örtsen

bir kase sıcak çorba cabası

yetmez diyorum

ey kamera 

yetmez bize

bu donmuş yürek erimez

 

çünkü öğrendik biz kalanlar

el yamandır bey yaman 

dert anlamaz gam dindirmez

bizden çalıp el uzatan