Yaslanmış yaprağa açmaktan yorgun çiçek
Al rengini yeşile yük etmiş çiçek
Dalı narin kendi masum bir goncaymış
Açmış tacını tomurcuğu gizli çiçek
Evin Okçuoğlu
UFUK ÇİZGİSİNİ AŞAN SÖZLER
Yaslanmış yaprağa açmaktan yorgun çiçek
Al rengini yeşile yük etmiş çiçek
Dalı narin kendi masum bir goncaymış
Açmış tacını tomurcuğu gizli çiçek
Evin Okçuoğlu
Kalamış’ta soğudu sular
dallar da yapraksız artık
çünkü daha var
derinde bekleyen
gülücükleri tomurcukların
balık oltalarından çekilen hüzün
titreşen sularda uyuklayan sandal
daha zaman var
derenin buluşması gibi Marmara’yla
gözü denize dikmiş bekleyişi kedinin
berduş bir barakada susmuş efkâr
kalamış’ta soğudu sular
hayat hep gün sayar
ÇADIRDA
Evin Okçuoğlu
Didim’deki Cemevinde depremzedelere öğle yemeği ikram ediliyor ve eşya yardımı yapılıyor diye duyunca ben de nasıl yardımcı olabilirim diye sormak için gittim. Eşyalar tasnif edilmiş, tezgâhlara düzenli bir şekilde dizilmişti. Bebek maması, bebek bezinden, ayakkabı ve yatak yorgana kadar her şey vardı. Görevli önlüğüyle dikkat çeken kadınlar, başvuranların önce kaydını alıyor, sonra salona ihtiyaçlarına göre standlara yönlendiriyorlardı. Görevlilerden başka elemana gerek olmadığını, öğrenince dışarı çıktım.
Bahçede oturan arkadaşlarla konuşmaya başladık. İsminin Serdar olduğunu öğrendiğim görevli önlüğü olan bir genç çay getirdikten sonra masamıza oturdu. Bana depremden geldiğini ve anne babasını enkazdan çıkarıp çadıra yerleştirip buraya geldiğini anlatmaya başladı. Fotoğraflar gösterirken yaralı bir dize sıra geldiğinde “Babam yatalak olduğundan onu çıkarmak için sürükledim, dizi mikrop kaptı, dedi. Sonra konudan konuya daldan dala anlatmaya devam etti. Hatay’da çektiği fotoğrafları gösterirken nevigasyondan sokak görüntüsü açarak binaların eski ve yeni hallerini izletti. Özellikle önceden altı kat iken üç dört kata inmiş olduklarını vurguluyordu. Delikanlının yüzüne baktım. Hiçbir ifade yoktu. Donuktu. Dinlemeye devam ettim. Sağa sola ve yukarı aşağı hızlı gidip gelen bir sarsıntı vardı. Durulunca panjurları bağlayıp asıldım atladım, dedi. Bazı detay sorular, sıradan sorular sordum. Yanımızda oturan Cemevinden arkadaşımız Sevda’ya psikolojik destek alıp almadıklarını sorduğumda Psikolog arkadaşının daha çok erken, zaman lâzım dediklerini öğrendim. Belediyenin gönüllü psikolojik destek çalışmasında da çok sıra varmış. Delikanlı sohbet sonunda konuşup anlatmak rahatlatıyor dedi. Bu arada yemek dağıtımı başladı. Self servis tepsilerine günün yemeklerini yine görevli kadınlar bölüştürüyordu.
Çocuklar o sırada etrafımızdan koşuşarak geçti. Birden arkadaşıma biz de izin verirlerse bahçedeki çadırda çocuklarla resim yapalım, hikâyeler okuyalım dedim. Arkadaşımla randevulaştık. Ertesi gün ne kadar boya kalemi resim defteri varsa arabaya yükleyip Cemevinin yolunu tuttum. O gün arkadaş gelmedi. Ben de başkana sordum. İzin verdi. Bahçede resim yapmak için çocuklarımızı çadırda bekliyorum anonsunu da yaptım. Çadırdaki masa ve sandalyeleri dizip kâğıtları boya kalemlerini masalara serpiştirdim. Birer ikişer çocuklar gelmeye başladı. Resimlerin üzerine isimlerini yazmalarını çünkü sergi yapacağımızı duyurdum. Yazamayanlara ben isimlerini yazıyordum. Böylece birkaç gün içinde öğrenip isimleriyle hitap edebilecektim. Çadır duvarına biten resimleri asmaya başladım. O gece işe yaramanın verdiği iç rahatlığıyla uyudum.
Ertesi gün yine yemek sonrası aynı saatte hevesle gittiğimde çocuklar yine kalabalıklaşarak katılıyor, okul öncesi okul çağı farklı yaş grubundan çocuklarla birlikte bir iki saat geçirmek onlara da iyi geliyordu. O gün bir görevli arkadaş çadır girişinde benim zaten tanıdığım ressam İrfan Ertel’i tam tanıştırayım diyecekken ben söze girdim. Görevli arkadaş ben İrfan hocam hoş geldiniz deyince tamam siz tanıyorsunuz birbirinizi ben gideyim diyerek çıkıp gitti.
O günden sonra birlikte ve çoğalarak çalışmalara devam ettik.Celil bey de aramıza katıldı. İrfan hocamız kuru boya ve pastel boyaların yerine sulu boya ile resim yapmalarını sağladı. Paletler fırçalar boya tüpleri sağlanınca renklenen resimlerle çadırın havası değişti. Edebiyat öğretmeni arkadaşımız ders desteği sağlarken ben de kendi yazdığım çocuk kitaplarından öyküler okuyorum. Materyal yönünden zengin İrfan hocamız hafta sonu da çocuk sineması gösterimi yapabileceğini söyleyince herkes seviniyor. Her cumartesi film izletiyoruz.
Depremin ardından kırk yas günü geçince çadırda çocuk şarkıları ve klasik müzik dinletmeye de başlıyoruz.
Yüz kadar çocuk okula kaydolduğu için onlar akşamüzeri geliyorlar. Çadır, bahçede oynayıp tekrar gelen çocuklarla dolup boşalıyor. Yaptıkları resimleri annelere koşa koşa gidip gösterip geliyorlar. Hiçbir zorlama baskı olmadan elleri oyalansın kafaları dağılsın diye düşünüyoruz. Okul öncesi gruptan bir kızımız bana nene öğretmen İrfan hocaya da dedeöğretmen diyormuş. Kendiliğinden bir düzen oluşuyor. Paletinde renk biten sıraya girip istiyor. Resmi biten asmamız için getiriyor. Anne babalar duvarda asılan kendi çocuklarının yaptıkları resimlerin fotoğrafını çekiyor. Bazen ele takılarak oynatılan kuklalardan kirpi ve Noel babayı konuşturuyorum. Başka kim konuşturmak ister diyorum. Kirpi oluyorlar, Noel babadan hediye olarak çiçek istiyorlar. Masalarda yemek sonrası oturanlarla sohbet ediyoruz. Kimisi sabit bir tebessümle, kimisi yabansı duruşla öbekler oluşturmuş çay içiyorlar.
Tekerlekli sandalyede bir nine dikkatimi çekiyor. Türkçe bilmediği için oğluyla konuşuyorum. Anam evsiz kimsesiz kaldı alıp bize Almanya’ya götüreceğim… Sen onun duruşuna bakma o hiçbir yere bakmadan kilimler halılar dokurdu. Bilgeliği de cabası diyor. Gözü dalıp gidiyor ninenin… Gelin yanında nasıl olacak bilmem diyor. Az işiten kulağı duyacak gibi sesleniyorum nineye: Sende çok masallar hikâyeler vardır, torunlara anlatırsın. Mutlu olurlar.
Başka bir masada ise bütün aile eş dost akraba bir eve toplandık. Yatak eksiğimiz var diyor. Hemen çevrede bir telefonlaşma adres alma derken yatak o akşam ellerine ulaştırılıyor.
Bir diğer masada ben hanımlara boncuk dizme kolye bilezik yapma öğreteceğim diyen Bahriye hanımla merhabalaşıyorum. Bembeyaz bir masa örtüsünü seriyor. Boncukları ipleri iğneleri kadınlara verip öğretmeye başlıyor. Onlar kendi hallerinde kümeleşince çadırımız daha bir anlam kazanıyor.
Bir anne ile ilkokul birdeki kızımıza toplama çıkarma yanı sıra okuma ve yazma da çalıştırıyoruz. Okuldan geri kalmasın diye bütün çabamız. O ara başka bir depremzede çocuğunu resim yapsın diye getiriyor. Öğretmen olduğunu öğrenince hemen ikinci dönemin konularını soruyoruz. Çarpım tablosuna başlatmak gerektiğini öğrenince annesi zaten ikişer sayabildiğini söylüyor. Fark ediyorum ki okumaya başlayan çocuklar içlerinden heceleyip sonra kelimenin tümünü sesli söylüyorlar. Bu da okuma öğretiminde ilkokul öğretmenlerinin başvurduğu bir öğretim biçimi diye düşünüyorum. Ne yetkin kişiler olduklarını bir kez daha anlıyorum.
Çadırda bir erkek öğrenci gönülsüz şekilde annesiyle geliyor. Pek oturmaya da hevesi yok. Annesi uyku uyumuyor çok huysuz diyerek yakınıyor. Hiç sorun değil otursun belki canı isterse resim yapar diyorum. Üzerine düşmeyin, kendi haline bırakın diyorum. Bir süre sonra sulu boya ile bir araba resmi yaptığını görünce, haydi bunu asalım da yeni bir kâğıt vereyim, çok güzel olmuş diyorum. İster misin diye sorunca sessizce başıyla evet diyor. Annesi geri çekiliyor. Sonraki günler de hep aramızda görüyoruz onu; bazen bahçede top oynarken, bazen cumartesi sinemasında…
Arada bir Serdar gelip birer bardak çay getiriyor. Hatırını soruyorum. Bir gün Serdar nihayet ağlamayı başarıyor.
Kavurga
Gökyüzü
Evin Okçuoğlu
mavi saatler hüzün sofrasıdır
sessiz ve uzaktır karaltılar bize
anlam arar dururuz arapsaçı dallarda
aşkın bitişidir çırpınan kuş kanadında
kuşlarla dallar birbirine karışır sonra
İstanbul çeker ak bulutları üzerine
güneş gider gölgeler biter
aşkın dokusu kalır gözbebeğinde
HAYATIN ANLAMI
Evin Okçuoğlu
Ordu’dan İstanbul’a taşınmışız. Şehrin Ordulular mahallesinde bize de bir küçük yer düşmüş. Yerleşmişiz. Babam elinden gelen iş ne ise yapmış, çalışmış. En son bir mermer atölyesinde çalışıyorken işler bozulduğu için işsiz kaldı. Babam annemin çalışmasına hep karşıydı. Ama koşullar zorladı. Annem gündelik temizlik işine başladı. Mahallede bir komşu kadın bu işi daha önceden yapıyordu. Nerdeyse çalışmak isteyen tüm kadınlara o iş buldu. Böylece annem de haftada birkaç gün temizliğe gitmeye başladı. Küçük kızkardeşimle beni mahallenin ilkokuluna verdiler. Okula başladığımda 8 yaşındaydım. İkinci sınıftaydım. Ordu’nun köy okulundan çok farklı olan bu okula uyum sağlayamadım. Sınıf arkadaşlarım da İstanbul’a göçmüş aile çocuklarıydı. Hepsi de “yaramaz” ve “tembel” dediklerinden... Ben okumayı pek sökemeden ikinci sınıf olmuştum. Derslerde öğretmen bir şey okutacak da kekeleyip mahcup olacağım korkusuyla hep kendimi gizlemeye çalıştım. Öğretmen, “Cihan, oku bakalım oğlum,” diyecek diye ödüm kopardı. Her ders yılı kaçtım okumaktan... İlkokul bitti.
Kız kardeşim Bahar öğretmenini severdi. O bana benzememiş! Bir gün anlattı durdu; öğretmen saçını okşamış... Başka bir gün gülen bir yüz olmuş geldi; öğretmen “aferin” demiş... Sonra ders yılı bitti... Öğretmen yazın kitap okuyun demiş... Nereden bulalım kitap, okul kapalı. Zaten sınıf kitaplığında okunmadık kitap kalmamış... Bahar başladı aramalara... Evden dışarı çıkıp da minibüslere binmemişiz, uzak yerlere gitmemişiz. Bildiğimiz tek yer okul yolunda birkaç bakkal o kadar. Kitapçı olsa ne olacak, parasız kitap vermiyorlar ki...
O yaz okul kapanmadan duyuru yapıldı. Yaz okulu varmış. Sabahtan kuran kursuna gidenler bile vazgeçip yaz okuluna gider oldular. Sabah sporu yapıyorduk orada. Ders dediğin ders değil. Eğlenceydi. Resimler yapıp boyardık... Renkli kalemleri kağıtları okuldan verirlerdi. Beslenme saatinde meyve suyu ve poğaça ikramı vardı. Sıcacık poğaçaları peçetelerle tutup alır, teşekkür ederdik. Sonra müzik çalışması olurdu. Koroda şarkılar söyler sonra da serbestçe kendi memleket türkülerimizi okurduk. Öyküler okunur, öyküde geçen konu ile ilgili konuşulurdu. İsteyen eve öykü kitabı götürür, okur, geri getirirdi. Bahar en çok buna sevinmişti. O yaz, yaşantımız boyunca anımsayacağımız güzellikte geçti.
İlk defa İstanbul’u gezmeye götürüldük. Müzeler ve saraylar büyülü bir zenginlik dünyasıydı. Bizim dünyamızdan uzakta... İstanbul ne kalabalık, ne çok araba var. Yaşadığımız ilkler öyle çoktu ki. Bazı arkadaşlar denizi ilk kez görüyordu. Bu arada yol uzun, trafik yoğun; çoğumuzu gezi otobüsünde söylenen şarkılara bile katılamadan otobüs tuttu. Alışık olmadığımız ama yine de değişik bulduğumuz bu gezilerin bir gün sonrasında en çok ilgimizi neyin çektiği sorulurdu. Herkesin aklında sarayların yüksek tavanları ve altın sarısı işlemeleri kalmıştı. Boğaz köprüsünden İstanbul görünümünü de hemen hemen herkes anmadan geçmiyordu. Yaz sonu okul telaşı başladığında bazı arkadaşlarımız burs aldı. Giysi ve ders kitapları sağlandı. Bazı arkadaşların velileri okula gelip öğretmenlere dert yanıyorlardı. Her yıl okul formalarında değişiklikler yapılması yüzünden küçülmese de eski ceketleri giydiremediklerinden yakınıyorlardı. “Her yıl her yıl değiştirilir mi giysiler! Nasıl alalım her yıl yeni ceket!” birkaç kişiye yardım etmekle bu sorunlar çözüme ulaşmış olmuyordu. Hem yoksulluk hem de o yoksulluğun içinde eğitim almaya çalışanlar öyle çoktu ki... Öyle çoktuk ki...
Okul kapandığında sekizinci sınıfı bitiren arkadaşlardan birine rastladığımda tanıyamadım.
Kızcağız çekinerek yaklaştı, “beni tanımadın mı?” dedi. Kara çarşafın içinde tanımam zor olmuştu ama ona bunu söyleyemedim. “A! Merhaba,” diyebildim şaşkın bir şekilde. Sonradan anlattığına göre babası daha fazla okumana gerek yok demiş, yatarken bile uzun paçalı kat kat giysiler giydiriyorlarmış. Korkarak yakındı bir süre: “Bilsen öyle sıkılıyorum ki bu baskıdan,” deyip hemen uzaklaştı. Bakkala bile gitmesine izin yokmuş. Nasıl olduysa o gün bir kaçamak dışarıdaydı. Belki yatılı kuran kursuna yollayacakmış babası... Ben liseye de gideceğim. Belki öğretmen olurum. Belki işsizler ordusuna katılırım. Ama elimden geldiği kadar okumak için çabalayacağım.
İşte o yıllarda böyle düşünüyordum. Sınıf arkadaşlarımın çoğu öğrenimlerini tamamlamadan işe girip, değişik iş yerlerinde çırak oldular. Ben daha şanslıydım. Burs alarak okumaya devam edebildim. Öğretmen olunca atanacağım yer neresi olursa gitmeye kararlıydım. Atamam yapıldığında Van ili yatılı bölge okulunda çalışmak üzere trenle yola çıktığımda Anadolu’nun o şarıl şarıl akan nehirleri üzerinden geçerek, iğde kokularını içime çekip nerdeyse sarhoş gibi yolculuk yaptım. Yaz başında böylesi güzel olan doğaya hayran kalmıştım. Trenin penceresinden ayrılamıyordum. Tatvan’a varınca öğretmen evinde kalıp dinlendim. Önümde yepyeni bir dönem vardı. İçimdeki heyecan dinmek bilmiyordu. Öğretmen evinde konuştuğum her öğretmenden yeni bir şey öğrendim. Öğrencilerin durumları ilginçti. Aile arasında kendi dillerini kullanıyor, okula gelince Türkçe öğreniyorlardı. Ben her şeyin üstesinden gelebilirim diye düşünüyordum. Öğrencilerimi çok sevecek, onlara yeni şeyler öğreterek hayata hazırlayacaktım. Engeller, sorunlar her işte vardır diyordum.
Sonra Hasan’ı tanıdım. Kapkara kıvrık kirpiklerin arasından bakan zeytin gözleriyle bakıyordu. Oturduğu sırada diğer öğrencilerden daha uzun boyuyla dikkati çekiyordu. Okulda yapılacak törende şiir okumasını istedim bir gün. Önce istekli göründü. 23 Nisan şiirlerinden birini okuyacaktı. Derslerde de pek sesli okumalara katılmazdı. Öğrencilik yıllarımda, iyi okuyamadığım için öğretmen beni görmese de okutmasa dediğim günleri anımsadım. Bu gidişi kırmak gerek diye, ona ders sonrası yardıma başladım. Şiiri bir güzel vurgularıyla tonlamalarıyla çalıştık. Kürsüde şiiri okuduktan sonraki güvenli edası görülmeye değerdi doğrusu. Hasan artık seviyordu okulu... Dersleri daha iyiye gidiyordu. Daha sonraki yıllarda birçok Hasanlar oldu öğretmenliğim boyunca. Bomboş okul kütüphanelerini çabalayıp uğraşıp öykü ve şiir kitaplarıyla donatmak gerekti hep.
Bahar’ı anne babası okula göndermek istememiş bir zaman. Onu tanımam da önemliydi benim için. Kız çocuklarının da okula gönderilmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. Kahvede tanımıştım babasını. Bahar için çok dil dökmem gerekti. kampanyalar yapılıyordu. Kız çocukları için burs veren bir dernekten yardım bile buldum Bahar için. Babası sonunda kabul etti. Ne kadar başarılı ve zeki bir öğrenciydi Bahar... Aradan yıllar geçti... Bir gün haberini aldım... Hemşire okulu sınavlarını kazanmıştı. Bir bahar açtı sevincimin dallarında... Emeğimin meyvesini topladıkça nasıl çiçeklendim. Umutlarımı gerçek görmek baharlar açtırdıkça daha çok sevdim işimi.
Yaşantıma kattığım eşime o yıllarda rastladım... Sağlık taraması için başvurduğum sağlık ocağında, bembeyaz bir çiçekti Aynur hemşire... İkimizin de konusu insandı. O beden sağlığıyla ben de eğitimle yönelmiştik çocuklara... Kısa bir bakışma anından doğurduğum hayallerle geçti günlerim, gecelerim. Hep yüzü vardı gözümün önünde... Aşı yaparkenki sevecen yüzü, annelere sabırla anlatışları sırasındaki yüzü, gün sonlarında yorgun ama yılgın olmayan yüzü... iyileşen bir çocuk için sevinen yüzü... Merhabamız, arkadaşlığa dönsün diye yapıp bozduğum bir sürü plandan sonra, ilk buluşma için berbere alışverişe gitmek, telaş telaş... Ama ne tatlı bir heyecan... karşımda oturmuş gözleri yüzümde geziniyor... Bakmaya doyamıyorum saydam aydınlık yüzüne... Aynur hemşire anlatıyor... Duyuyorum, ama dinliyor muyum? Sözleri bastıracak kadar güçlü atıyor sanki kalbim. Ona ne anlattım, o neler dedi, bir dahaki buluşma için sözleştik ya gerisi önemli değil... İple çekilen o buluşmalardan sonra, biraz daha rahatlamıştım. O da bana ilgi duyuyor... o da bana ilgi duyuyor diye kendime ninniler söyledim ama boşuna. Uyku tutmaz olmuştu bir kere.
Tayin, bir acımasız fırtına gibi geldi o yaz... Ben bir yana o bir yana savrulacaktık... Çaresi bir an önce evlenmekti. Öyle yaptık... Parlak ışığıyla dolunay gibi parladı yaşantıma ve birlikte Anadolu illerinde yıllarca görev yaptık... Bizim de anne baba oluşumuz, o yıllara rastlıyor.
Anılarımızı birlikte biriktirdik, acıları sevinçlerle demledik. İlk beyazları birlikte yakaladık saçlarımızda.
Şimdi düşünüyorum: Hayatın anlamı ne diye soruyorlar da şaşırıyorum. Gençler anlamsız buluyorlar demek hayatı... Ona bir anlam verecek şeyi arıyorlar... O zaman taşıyorum kendimden, yeni yetme heyecanlarım parlıyor gözlerimde. “Hayatın anlamı,” diyorum, “sevdiği işi yapmak, yaparken de hayata bir katkı sunmaktır... Bir fidan dikmektir, fidanı sulamak, yeşermesini görmektir. Üretmek ve pay etmektir... Nasıl desem... Hayatın anlamı, sevgiyi hafife almadan doyasıya vermek demek...”
Yıldız Tarihi 2022
Evin Okçuoğlu
türküler yakma devri bitti kadına
vurulan damga morluktur bu çağa
çürümüş inancın kapkara sayfasında
elde satır sopa şamar
iner kalkar
iner kalkar.
uçuşan kurşun, değdiği yâr
ahh kan kusar karalar bağlar
diz döver derman arar boşuna kadınlar
hortlamış ortaçağın suratı salıverir
mahkeme kalır divana
adalet köşede ağlar.
Ya sonra yarının mimarları
Genç damarı ülkenin
Bekler durur
Umut tutsak bir tiranın elinde
Umut ürkek bir serçe
Çürüme değil bu artık
Geçmişiz oraları
İskelet kemik kuruluğu
Haince inanmaya zorlanışlar
Sarık sopa önde
hak adalet cüppe
büyür gözde büyür
büyümez ahh körpe duruşlar
fırat’ın şahlanan köpüğünde erir
kıstırır köşeye taş duvar
yaşamaktan vaz geçirir
ahh tabuyu delmez isyan
akıl izan ufka çok uzaktır.
yıldız tarihi iki bin yirmi iki
not düşün şimdi
umuda kurşun sıktılar
insanmışız, varmışız
kulmuşuz, ümmetmişiz
yarınımız intihar
yarınımız cinnet
zil takıp oynasınlar
ahh nereye kadar!
nereye kadar!
Ey Kamera
Evin Okçuoğlu
gezin dur üstümüzde ey kamera
fal taşı göz
bitmemiş uykumuz
yarım rüya karışığı serimiz
moloz hurda toz yığınında
taş duvarlara çarpıp yırtılan sesimiz
el vurduğumuz bağı çözülmüş
dermansız diz
bak buraya ekrandayız
her kapı ardı bir dünyaydı
bitmemiş işler yığını şimdi
bizden üç kişi, ondan beş
bitişikten on eksiğiz…
bu yarılma
bu çökme
ikiye bölüp ağacı
on metre iteleyen
eften püften
yıkıldık hiç yoktan
ey kamera dondur bizi
üşüt yüreklerimizi
aç susuz evsiz kalınca
bir de ailesiz
öğret bize çaresizliği
demlensin öfkemiz
ey kamera toplasan milyonları
kursan çadırı
giydirip örtsen
bir kase sıcak çorba cabası
yetmez diyorum
ey kamera
yetmez bize
bu donmuş yürek erimez
çünkü öğrendik biz kalanlar
el yamandır bey yaman
dert anlamaz gam dindirmez
bizden çalıp el uzatan