ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

MERHABA KONUK ,

SAYFAMA HOŞ GELDİNİZ.


ŞİİR ÖYKÜ VE DENEMELERİM -GÖRSELLER

12 Haziran 2025 Perşembe

UZUN ZAMAN OLDU

 


UZUN ZAMAN OLDU


Evin Okçuoğlu

kaç kez okudum aynı sayfayı
her yeni yıl bir yaprak çevrimi
upuzun bir döngü geçti
şöyle gürül gürül sevinmeyeli

ülkem dünya kıpırdadıkça kanadı
saflarımız gevşek bir örgü
uzun zaman oldu senden haber almadım
acı küplerim ölüm haberleriyle doldu

Anormal Bir Yazı


 Anormal Bir Yazı

Bir dostum mektubunda şöyle dedi: “Normallik hukuk dışılığı her gün yeniden üretir. Normallik kendi kurallarını kendi koyduğu için hukuk kurallarına ihtiyaç duymaz.”
Normallik burada tek tip düşünme ve davranış şekillerinin dayatıldığı, “farklı” düşünmenin linç edilecek derecelere vardırıldığı bir yönelişin adı…
Örneklemek gerekirse geçmişteki oruç tutmayana, aşık olup sevme suçu işleyen genç kızlarımıza reva görülenleri sayabiliriz. Düşünce suçu kavramı da gökten zembille inmedi kuşkusuz. Ülkelerde sistem karşıtı düşüncelerini yazan veya bir şekilde yansıtanlar suçlandı. Oysa daha iyi bir dünya istiyorlardı. Farklı olanı kendimize benzetmeye kalkmamız onu normalleştirmemiz demek oluyor. Buna bazen Asimilasyon ya da potada eritme de diyebiliriz.
Arkadaşım eklemiş: “Düşüncenin normalleştiği, normların içine hapsedildiği durumlarda faşizm boy verir.”
Normalin baş vurduğu yollar çirkindir. O yollarda su değil, göz yaşı ve kan akar. Ama kendi kalmak için direniş ve dayanışma da bir göze gibidir. Toprağın altındaki kaynağından yeryüzüne yol bulup çağlar. Su hayat verir dünyaya…dünyayı düzel kılan değerlerin sahipleri insanlar her zaman oldular. “Hoca Nasreddin gibi gülen, Bayburtlu zihni gibi ağlayan” o insanların güzel yanlarına daha iyiyi hak eden yanlarına dayanmak gerek. O yan, üretkendir.
* * *
Şiir yazıyorum.
“Aslımız karadelik/ biz hâlâ neslimizin peşinde” diyen…
Düz yazı yazıyorum…
Çağımızın en büyük sosyal hastalığına (ırkçılık) panzehir (sevgi) diyen…
Konuşuyorum…
“Sermayenin dini imanı vatanı yoktur” diyorum.
Kimileri, ne düşünmem gerektiğini sabitlemiş. Onun dışındaki düşünüşleri normal bulmuyor. Zamansız yersiz buluyor diğer tüm düşünceleri, hatta düşmanca bakmaya bile başlıyor.
Kendimi kıstırılmış ama “normal”e uyumlananlarla uyumlanamayanları görebileceğim bir yerde buluyorum. Susmayanlar etkisizleştirilmeye başlandığında, sevgi, dostluk ve barışın yerine; kin ve nefreti koyanların kalabalığında etkili olan tırmandırma aygıtını fark ediyorum. Medyada ve nette dolaşan her haberi, antiemperyalist isyanı, millici/ulusalcı sınırlardan öteye geçmeyecek şekilde manuple edişleri düşünüyorum. Antiemperyalizm, antikapitalizmle desteklenmedikçe boşa çıkacak bütün tepkiler. Biliyorum. Anlatıyorum. Şiir yazıyorum. Düz yazı yazıyorum. Anlam gidiyor. Neyi nasıl düşünmek gerektiğini dayatan bir kendine özgü hukuk geliyor başıma… Ülkemin başına geliyor ve korktuğumuz başımıza geliyor.
Uyanıyorum.
Uyanması gecikenlerle aynı sınırlarda.
Aynı kıskacın içindeyim.
Bir Murtazalık çökmüş üzerine eşin dostun.
Orhan Kemal gibi halka güvenip sevmek istiyorum. Her insandaki o güzel yanı, sevgiyle kucaklamak istiyorum. O üretken, o iyi yana güveniyorum. Orhan Kemaller gibi…

ARAYIŞLAR


 ARAYIŞLAR

Şiirde manifestolar yazma modası başladı… Herkes kendi yazma tarzını bir yemek tarifi gibi sunuyor. Bunun nedeni tüm dünyada insanlığın geçmekte olduğu sancılı sürecin sonucudur diye düşünüyorum.
İnsanların umutlarını kısırlaştırıp, doğa üstüne bel bağlamayı, boyun eğmeyi dayatan, beyinlerden düşünme yetisini uzman bir sakatatçı eliyle sıyırıp alan büyük bir güç var karşımızda…
Heyecanlarımızı öldürelim istiyor, duyguları kıralım. Fiilleri zamansızlaştıralım.
Bu ne demektir? Bu boşlukta salınan anlamsız bedenler olmaktır.
Ruhsuz robotlar, ama gelenek sürer yine eller kalem kavrar ya da klavye üzerindedir. Yazma çizme devam eder. Yenilikler peşindedirler. Yazılan her “farklı” alkışlanasıdır.
.
“Bu şiirde ne demek istemiş Allah Allah bu beni aşıyor, ne büyük adamlar yahu, anlamıyoruz ne dediklerini ama mutlaka iyidir.”
Anlamadan okunan kutsal kitaplar misalidir bu…
Paralizi hali diyorlar bir hal var… İnsanın başına gelenlere tepkisizleşmesi hali. Bir tür toplumsal felç istenmekte… Bu edebiyat yoluyla da bize aşılanmakta. Bilmece türünden şiirimsiler yazarken duygu değil beyin jimnastiği ile hafta sonu gazetelerin bilmece eki ile oyalanır gibi zaman öldürülecektir.
Artık duygu sakıncalıdır. Çünkü duygularla başkaldırır insan. İsyan eder. Eğer tüm dünyadaki yaşanmakta olan vahşeti ve işkenceyi görmenizi engelleyecek ise, kendi başınıza gelenlere bile duyarsızlaşacaksanız okumayın.
Arayışlar sürmekte…
Edebi akım ithalatı, kes yapıştır, çevir karıştır, yaz yakıştır… kimse karışmaz size, çünkü bunlar zararsızdır.
Evet anlamadıklarını alkışlayan felçli toplumların neye ihtiyacı var sizce? Edebiyatla şiirle uğraşanlara soruyorum. Sizin neye ihtiyacınız var? Neden yazıyoruz kime yazıyoruz, nasıl yazıyoruz? Kendime yazıyorum demeyin. Öyle olsa internet ortamına çıkmazdık. Paylaşmak istediğimiz ne? Duygumuzun sıradan olmayan bir biçimde dışavurumu, okuduğumuz şairlerin etkisinden çıkıp, kendi sesimizi bulana kadar yazmak.
Şiir hakkında genel yazıları okuyorum. Kimse yorum yazmıyor. Kendi düşüncelerimiz oluşmuyor diye üzülüyorum. İçimden hayır demek geliyor.

Tekrar Görmek Onu/GABRİELA MİSTRAL/ÇEVİRİ:EVİN OKÇUOĞLU

 

 




Tekrar Görmek Onu

 

Bir daha hiç, hiç mi?

Titrek yıldızlarla dolu gecelerde değil mi,

Ya da şafağın bakire parıltısı boyunca

veya adanmışlığın öğleden sonralarında?

 

Yoksa solgun patikanın sonunda mı

Çiftliklerle kuşatılmış

Ya da titrek çeşme başında mı,

Cılız ayışığında beyazlaşan?

 



Yoksa derin ormanların

Bereketli, dolanık ağaçlarının

Onun ismini çağırdığı yerde,

Geceye yakalandığımda mı?

Mağarada mı yoksa

Çığlığımı aksettiren?

 

Oh hayır! Tekrar görmek onu

Nerde olduğunun önemi yok

Cennetin ölüm sularında

Ya da kaynayan girdaplarda.

Durgun ay altında  ya da ruhsuz korkuda

 

Onunla olmak…

Her bahar ve her kış

Keder düğümüyle birleşik

Cansız boynu etrafındaki!

POETİKA SÖYLEŞİLERİNE KATKI

 

POETİKA SÖYLEŞİLERİNE KATKI


Evin Okçuoğlu

Dergimizin şiir üzerine tartışmalarını okuyorum. Özgün ve Mustafa ile başlayan bu sürece katkılarım olacak. Belki eserlerimizle erişeceğiz belki de erişemeyeceğiz geleceğe… ama toplumcu gerçekçi bir birikimi, söz işçiliğinde ustalaşma ile birleştirip, slogan atmayan ama duygu uyandıran şiirlere erişmek için çabamız sürecek. Yalçın Küçük Hocamızın bana yazdığı bir notta, bizim şairlerde umut ve direnç eksiktir. Sizin şiirde bunun var olduğunu gördüm demesini bir motivasyon olarak alıyorum. Eleştirilmekten de korkmamak gerek. Çünkü doğru eleştiriler bizi geliştirir.

 

İPEK BÖCEĞİNİN KOZASI ŞİİR DEĞİLDİR, ŞİİR İPEKLİ KUMAŞTIR.

(Özdemir İnce Şiirde Devrim, s: 223)

Şiir ile ilgili genel yazılar yazılıp durmakta. Herkes şiiri kendisine göre tanımlamakta. Yazdıklarıyla “işte şiir böyle olur” demekte. Özdemir İnce bize şiirin ham maddeyi işlemek demek olduğunu söylüyor. Dikkate alınması gereken bir sözdür. Tabii ki işlerken düşüngümüz (ideoloji) birikimlerimiz ipeğe şekil verendir.

 

ŞİİR BİR SESLENİŞTİR

Klâsizm romantizm gibi edebi akımlarından sonra modernizm ve yapısöküm modasına uyarak şiirler de dil/sözcük sökümleri, dize kırmaları, tirelerle yatık çizgilerle parantezlerle sökülüp dikilen anlam çoğaltmaları ya da gizlemeleriyle bir bilmeceye dönüştürülerek yazılıp çizildi. Bunların sesli okunması bile zor. Oysa şiir sesli okunmalıdır. Sözlü tanıklığın belirleyici olduğu dönemlerin estetiğidir şiir. O nedenle ezberlenmesi kolay olsun diye bir mantık akışına, uyağa, hatta nefesin bittiği yerde bir durağa ihtiyaç duyulur. Ritim ya da iç müzik şiire ata kalıtıdır. Normal konuşmadan farklıdır. Bilmediğiniz bir dilde bile olsa okunanın şiir olduğunu anlarsınız. Bir yerde susmak, birkaç sözcük öbeğini birlikte okumak, şiiri, düzyazı gibi okumaktan ayırmaktadır. Şair şiiri nasıl okunsun isterse dizelerini ona göre ayarlar. Dinleyende bu yolla bir etki kurar, bu yolla şiirin içine çekiliriz. Çocuklukta dinlenen masal tekerlemeleri gibi, dinlediğimiz ya da okuduğumuz maniler gibi uyaklı ya da serbest yazılmış bile olsa iç müzikli, ritimli şiirler bizim atalardan kalma birikimimizdir.

“Sanat bir büyü aracıydı, insanın doğaya üstünlük sağlamasına, toplumsal ilişkilerin gelişmesine yarıyordu. Ne var ki, sanatın başlangıcını yalnız bu özelliğiyle açıklamak yanlış olur. Ortaya çıkan her yeni nitelik, kimi zaman oldukça karmaşık birtakım yeni ilişkilerin sonucudur. Birtakım parlayan ışıldayan şeylerin (yalnız insanlar değil, hayvanlar için de) çekiciliği ile ışığın dayanılmaz çekiciliğinin de payı olmuş olabilir sanatın doğuşunda. Cinsel çekiciliğin-hayvanlarda parlak renkler, etkili kokular, göz alıcı tüyler, insanlarda değerli taşlar, güzel giysiler, kandırıcı sözler ve hareketler- başlatıcı bir etkisi olmuş olabilir. Doğadaki canlı ve cansız varlıklardaki düzenli tekrar- yüreğin atışı, soluma, cinsel birleşme- birtakım biçim özelliklerinin ve süreçlerin ritmik tekrarı ve bundan alınan tat ile çalışma ritmi de önemli bir katkıda bulunmuş olabilir. Ritmik hareketler çalışmaya yardım eder, çabayı düzenleştirir ve bireyle topluluk arasında bağ kurar.”  (Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği s: 48-49)

RİTMİK OLAN AKILDA KALIR.

Sözlü edebiyat dönemlerinde nesilden nesle aktarılmayı sağlayan da şiirlerin ezberlemesi kolay bir ritimde oluşmuş olmalarıdır.

Yeni ile eskinin bağını kurarken atılamayacaklardandır ritim.

İMGE OLMADAN ŞİİR OLUR MU?

Bence imgeler yardımıyla dile getirmek değil de imgelerle düşünme yoluyla yaratılmış olan eser sanatsaldır.

 

İmgesiz şiir de olur, oyunsuz, şaşırmasız, yalvaçlığa soyunmayan.

Buna en güzel örneklerden biri Jacques Prévert’in Bir Kuşun Resmini Yapmak İçin adlı şiiri bence:

 

Önce bir kafes resmi yaparsın
Kapısı açık bir kafes
Sonra kuş için
Bir şey çizersin içine
Sevimli bir şey
Yalın bir şey
Güzel bir şey
Yararlı bir şey
Sonra götürür bir ağaca
Asarsın bu resmi
Bir bahçede
Bir koruda
Ya da bir ormanda
Saklanır beklersin ağacın arkasında
Ses çıkarmaz
Kımıldamazsın
Kuş bazen çabuk gelir
Ama uzun yıllar bekleyebilir de
Karar vermezden önce
Yılmayacaksın
Bekleyeceksin
Yıllarca bekleyeceksin gerekirse
Resmin başarısıyla hiç ilişiği yoktur çünkü
Kuşun çabuk ya da yavaş gelmesinin
Geleceği olup da geldi mi kuş
Çıt çıkarma yok
Kafese girmesini beklersin
Girdi mi kafese fırçanla
Usulcacık kapısını kaparsın
Sonra kuşun bir tüyüne dokunayım demeden
Bütün kafes tellerini teker teker silersin
Yerine bir ağaç resmi yaparsın
Dallarının en güzeline kondurursun kuşu
Tabii ne yapraklarının yeşilini unutacaksın
Ne yellerin serinliğini
Ne de yaz sıcağındaki böcek seslerini
Otlar arasında.
Sonra beklersin ötsün diye kuş
Ötmezse kötü
Resim kötü demektir
Öterse iyi olduğunun resmidir
İmzanı atabilirsin artık
Bir tüy koparırsın usulca
Kuşun kadından
Ve yazarsın adını resmin bir köşesine.

 

Bu şiirde bir imge olmamakla birlikte bütünde anlamsal bir şiirsellik var. Birkaç sözcüğün üstüne inşa edilmiş veya birkaç sözcüğe hapsedilmiş bir imge yerine anlama yayılmış bir imgesellik söz konusu.

EDEBİYATTA POSTMODERNİZM VE YAPISÖKÜM HASARLARI

 

Her çağın şiirini incelerken o çağın toplumsal ekonomik yapısına bakmalıyız. Büyük bir tez konusu olabilecek bu konuyu çok kısa özetlersek, ilkel toplumda şiirde, düzenli tekrar ve büyü ağırlığı varken, kölelerin isyanında şiir, haykıramayan bir inilti gibi blues tadına dönüşür. Feodal toplumun kasveti, karanlığı içinde kurallar hece saymalar ağır basıyor. Sonra kapitalist toplumun aydınlanması ezilenden yana direngen umut veren şiirlere geliyoruz. Baskı dönemlerinde şiir de kendini gizliyor. Diyeceklerini sözcüklerin arasına saklıyor. İmgeler çağrışımlar düşünmeyi gerektirir oluyor. Okura daha çok iş düşüyor. Bütün bunlar olurken egemen sınıflar uzmanlaşıyor, medya ve insan psikolojisini toplumsal vicdan oluşturmayı bilinçli bir iş olarak yürütüyor. Ezilenlerin ezilmekten memnun hale getirilmesi için toplum mühendisleri her alanda çalışıyorlar. Edebiyat alanı da bunlardan ayrı değil. Ülkelerde savaştırılıyor ve yıkılmış şehirlerden insanlar göçüyorken egemenler bize yapısökümcülüğü dayatıyor. Her şeyi özünden koparıp ayırıp göç ettiriyoruz. Koparmak ve öylece ortada bırakmak, anlamı yok etmek… Zamanında bunu moda sayıp öyle yazmaya başlayanlar oldu. Öyle yazmayanlar demode sayıldı. Piyasa dergileri bu anlamsızlıklara sayfalarını açtı. Şiirlerde tireler parantezler alıp başını gitti. “Öyle de okunur böyle de” dendi.

Şiirden çıkıldı. Akıl bozuculuk başladı.

Konular sorunlar gerçeklik bağlamlarından koparıldı. Havada anlamsız salınan gerçekliği görür olduk sadece. Postmodern tarzı benimseyen şairler bir sorunu ortaya serdi ama sorunun kaynağı da çözümü de yoktu. Postmodernizmin bize ettiklerini Kopuk adlı şiirimde anlattım.

 

Kopuk

 

işte böyle söküyor

anlamını özünden
isim, edimsiz
        kök, bağlamsız kalıyor

                        sonuç bir başına, nedensiz.

nasıl soyuyor bak;

soyutlandıkça

            görünmüyor insan

                        yara kabuk tutuyor ama

                                   kabuk

kopuk yaradan.

 

 

 

 

BROY’DA POETİKA DEĞİNMELERİ

Buna karşın edebiyatın yüz akları da vardı. Direnen, gerçekçi ve toplumcu ürünler veren şairler, dergiler, kendilerini ifade ortamı buldukça düşündüklerini paylaştılar. Bu dergilerden biri de broy’du. Bu derginin bir cildinden derlediğim önemsediğim sözler seçkisini sunuyorum.

Şiir dize sayısı olarak değil, özsel olarak büyümeli.

Şiir toplumsal birimlerin büyümesi ve iç içe geçmesine bireyin toplumla ve insanlıkla bağlarının derinleşmesi genişlemesi ve yoğunlaşmasına koşut olarak, büyümeli, kendini değiştirerek yenilenmeli.

Deriz ki şiir ideoloji üretmez. İdeoloji, ozanın dünyayı kavrayışında yerini nasıl alırsa, şiiriyle de o anlamda kaynaşır. İdeoloji, ideoloji olarak durmaz şiirde. Ekmeğin, zihinsel etkinliğimizde ekmek gibi durmaması gibi. Muzaffer İlhan Erdost

…Olasıdır ki, ritmik düzenlilik, şiir için yalnızca bir uyum, hiçbir temeli bulunmayan bir işleyiş kuralı, bellek eğitici bir oyun değil, ama bir biçimdir de; bu biçim, ilkel büyü sözlerinin, seslerin ortak atımının, yüreklerin ve şiirin doğduğu çok eski büyü törenlerindeki kitlelerin kalıtıdır. Therry Molnier Çeviren: Ramis Dara (Broy, Ocak 1987)

Yeteneksizlik, başarısızlık ve yanlışlık çıplak dolaşmıyor, hep bir şeyin arkasına gizleniyor. Bu gizlenme şiirde “şiir her şeye muhaliftir”, “karşı dil”, “karşı söylem” sloganlarının altında… gerçekleştirilmek isteniyor. Bu tür sloganların ancak tarihsel ve toplumsal bir bağlamda belli anlamı olabilir; bunlardan soyutlanıp yalnızca dilsel bağlamda kullanıldıklarında “laf”tan başka bir şey değildirler. Özdemir İnce (Broy, Eylül 1986)

Ne var ki, geçmişin tarihsel bir düşünce olarak yaşanır kılınıp, tarihsel bilinçle yansıtılması demek değildir, şiiri, oyunu, romanı giderek sanatı ölümsüzleştirip klasikleştiren nitelik. Yazarın, sanat anlayışı, dünya görüşü, estetik inceliğinin yanında ulusaldan evrensele varan insancıl özün de büyük bir başarıyla ortaya konulmuş olması gerekir. Nurer Uğurlu (Broy, Temmuz 1986)

Hayattan beslenmeyen, kendini biriktirmeyen bir şiir (şair) elbette okuyucu bulmakta zorlanacaktır. Yusuf Deniz (Eski, Haziran 2005)

ANLATMA GÖSTER

Kültürler arası farklılaşmalar şiirde de farklılaşmalara yol açıyor. Bunu Japon şiiri HAİKU incelemesi sırasında fark etmiştim. En eski Japon şiir sanatı olan ve kelime anlamı doğal boşluk demek olan Haikuyu yazarken anlatma göster ilkesi bize yol gösteriyor. Ne diyeceksek dolandırmadan eğretilemelere, benzetmelere başvurmadan diyoruz. Az sözcük kullanıyoruz. Bu anlamda Ars Poetika’da söylenen ile benzeşiyor. Şiire emek verenler bu yolla didaktik olmaktan ve düz yazıya kaçmaktan uzaklaşabilir.

 

ŞİİR SANATI/ARS POETICA
Şiir apaçık ve sessiz olmalı
Yuvarlak bir meyve gibi,
Dilsiz
Eski madalyonlar evrilip çevrilirken,
Gömleğin kolu gibi- pencere önündeki
Yosun tutmuş yıpranmış taş gibi sessiz-
Şiir sözsüz olmalı
Kuşların uçuşu gibi.
Şiir kıpırtısız durmalı zamanda
Çünkü ay tırmanırken,
Dal be dal geceyi kurtararak
Dolaşık ağaçlar bırakır ardında,
Ay kış yapraklarının arkasında olduğundan.
Anı be anı zihni bırakır ardında- -
Şiir hareketsiz durmalı zamanda
Ay tırmanırken.
Şiir eşit olmalı:
gerçek olmayana.
Çünkü kederin bütün tarihi
Boş bir odagirişi ve bir akça ağaç yaprağı.
Çünkü aşk
Yassılmış çimenler ve iki ışık denizin yukarısında-
Demek istememeli şiir
Olmalı yalnızca.

Archibald MacLeish
Çeviri: Evin Okçuoğlu

 

Haiku ile ilgili çalışmalarımdan başka bir yazıda söz edebiliriz. Konumuzla ilgili kısma değindim, geçiyorum.

YENİ ŞİİR, YENİ GELEN NASIL OLACAK

Yeni şeyler üretmek demek, bir üst dil olsun diye divan şiiri benzeri bir çabaya girişip, anlamayı zorlaştırmak değildir. Ya da eski yazılanlardan (kutsal kitaplar da dâhil) sözcük imge kopyalayarak yenilik yaptığını sanmak da değildir.

GELECEĞİN İNSANI DAHA İNCE DUYGULU OLACAK

Bence sözcüğü azaltan şiirler geleceğe kalacak. Gelecekteki insan da söz ile büyülenme veya içtepisini şiirli söyleme gereksinimi duyacaktır. Bu, içsel yoğunluk nedeniyle oluşur. İçsel yoğunluk sözle, gözyaşıyla dışa çıkmak ister. Katlanılmaz olan fazla geleni şiir konumuz olduğu için sözle dışlaştırırız. Başka sanat dallarında üretenler, bunu desenle, renkle, müzikle yapar. Gelecekte şiir daha felsefi, daha kapalı- uzak imgeli, daha kısa olabilir.

Toplumsal çekişmelerde hangi tarafta yer alıyor ise o tarafın izini sürer. Zaman, hepimizi geleceğin mizanında kantarlayacak. Sonuç olarak şiir bir taraftır. Nazım Hikmet’in dediği gibi biz de başka taraflara kapılmadan ah vah diye ağıtlanmadan yolumuza devam edeceğiz. Geçmişi bu güne ve geleceğe bağlayacağız.

“Ne ah edin dostlar ne ağlayın

dünü bugüne  

bugünü yarına bağlayın”

 

 

UMUT İNANÇ SEVGİ


 

Umut, toprağa ekilen tohumun yeşermesi beklentisi

İnanç; havanın, toprağın ve tüm diğer koşulların yolunda gideceğine ve tohumun yeşereceğine güvenmek.

Sevgi; tohumu ekerken, toprağı çapalarken, yağmurda gelişmesini izlerken, yeşeren meyvesini tadarken bizi gayretli yapan duygu.

ÖYKÜ HAKKINDA

 

En sıradan şeyin bile öyküye konu olabileceğini düşünürüm. Öyküyü oluşturan birikimlerimiz, bazen kendi yaşamımızdandır. Çoğunlukla da bir öykü kurgusu içine gözlemler, düşler, küçücük etkiler bırakmış olan tanıklıklar da girer. Aslolan ise bütün bu birikimin birbiriyle bağlantılarının iyi kurularak kurgulanmasıdır. Büyükannelerimizin yamalı bohçaları gibi... Renk renk, şekil şekil kumaşlar yan yana bitişir ama ne kadar uyumludurlar.

Öykünün romandan farkı bütün bir yaşamı baştan alıp bir sona kadar anlatmak yerine hayattan kesit vermesidir. Çehov buna önünden geçerken bir pencereden içeride görülendir diyor.

Bir de tabii ki "demek istediğimiz"i alımlayana bırakcak bir serim önemlidir.

Öykü ile dünya değişmez belki ama değişmesine katkı olacak doğru bir bakış açısıyla işlenir. Bu konuda da Çehov'la hemfikirim.

Öykü yazma konusunda şimdilerde şablonların öğretildiği ve yönlendirmeli yaratıcı yazma anlamında kurslar düzenleniyor. Yazma edimi, şablonlaştırılarak bize tez veya bilimsel yazı yazma tekniği gibi dayatılmamalı.

 

Evin Okçuoğlu

1 Haziran 2025 Pazar

KURAL

 

KURAL

Dil, sözcük ve yazım kurallarıyla bir bütündür. Birçok ulus kendi dilinin yaygınlaşması adına kültürel emperyalizme varan çalışmalar yürütmektedir. Ne yazık ki Edebiyat Fakültelerinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri Türkçe’nin yeterince gelişip çağdaş edebiyatımıza yön vermek adına, gerekli çalışmaları yapmamıştır. Türkiye’de yazın hayatı birçoğu medya egemenlerinin uzantısı olan dergi çevrelerine kıstırılmıştır.

Bu nedenle de genelde ben yaptım oldu anlayışıyla çevresindekilerin verdiği destekle yazınsal üretim sürmektedir. Küreselleştirilmiş emperyalistlerce dayatılan yazınsal akımlar doğrultusunda yazılanlar da modaya uyma ve çağdaşlık olarak algılanır olmuştur.

Edebiyat ürünlerinde yazarlar ve şairler dil kurallarının dışında yazmakta bir engel görmemektedir. Bunu “bilinçli” yaptıklarını da ekleyenler vardır. Böylesi kitapları okuyan insanlar kuralsızlıkları kural olarak benimsemezler mi? Öğretilenler ile yazılan kitaplardakilerin çatışmasıyla neyin doğru neyin yanlış olduğu birbirine karışmaz mı?  Özellikle yaşken eğilecek çağda olanlara karşı bir sorumluluğu olmalı yazın insanlarının diye düşünüyorum.

Bana kişi olarak sen edebiyat dünyasında yeri olmayan birisin. Kaç kitabın var, birikimin nedir, eleştirmen misin, bilgin kadar konuş gibi sözleri demeye yeltenenlere söyleyeceğim şudur: Piyasa beş para etmez kitaplarla dolmakta. İnsanlar nasıl yönlendirilirler, neyin reklamı yapılırsa onu okumaktalar. Asıl okunması yararlı olacak kitapları dağıtımcılar özellikle geri çekiyor ve tezgah altı yapılıyor. Dayatılan ve modalaşan kitaplar ise zararsız diyebileceğimiz türdendir. Bu ortamda ille de kitap basılsın ve üstelik ses getirsin istiyorsanız bir şekilde uzlaşacaksınız. Ben uzlaşmak istemiyorum. Kalsın benim davam divana kalsın diyorum. O çok bilmiş uzmanların da eleştirisine gereksinmem yok.

Yazılan eserin ne dediği önemlidir ama nasıl dediği de önemlidir. Çok güzel betimlemelerle şiirsel imgelerle yazılmış ama sonuç olarak verdiği iletisi silikleşmiş bir yazı ne derece anlamlıdır?

Bu denemeyi şiirle ilgili alanlarda edebiyat yazıları bölümlerinde değil, kendi sayfamda yazmamın nedeni kişisel açıklamalar içermesidir.

Evet, yazım kurallarına uymayan bir yazı okuduğum zaman, konudan uzaklaşıp dikkatimi kuralların düzeltilmesine veriyorum. Eğer kurallı yazmak önemsiz ise, neden editörler var? Dil de kuralları olan bir erktir. Uyulmaması halinde ise zamanla yok olur. Yozlaşır. Eğer bu topluma iletiniz, yozlaşalım ne var bunda yeter ki dil kuralı bize bir baskı gibi dayatılmasın derseniz,  kural baskı mıdır derim. Kuralı olmayan bir toplum ve dil olabilir mi diye de eklerim. Eğer uyulmayacaksa da neden konmuşlar demek gerekir. İçerik biçimle birlikte var olmuş ise değer taşır bence.

Evin Okçuoğlu

Düşüncelerim

 

Toplumsal çarpıklıkları gören gözlerimizin bunu edebiyat yoluyla aktarması süreciyle ilgili düşüncelerim:

1- Slogan dilinden arındırılmış metinler yazmak.

2- Olayı aktarıp sloganı okurun içinde çınlayacak sakinlikte vuruculukta yazmak.

3- Her şeyi söyleyip okura sadece dikte etmeyi bırakan tarzda yazmamak.

4- Yazarken edebi kaygı ile dil hâkimiyeti, zengin sözcük seçimi ve dilde kıvraklığı yansıtmak.

5- Okuru siz ne berbat varlıklarsınız diye aşağılamadan sevgiyle yaklaşmak. O "berbat"lığın medyatik yönlendirme ve eğitimsizlikten kaynaklı sistemsel kişilik çöküntüleri nedeniyle olduğunu bilerek "ANLAMAK"

6- Heyecanlara kapılarak yazdıklarımızı hemen yayınlamamak.

Aradan geçen sürede metne yabancılaşarak tekrar okumak... mümkünse kırpmak...

7- Eskiden masalların sonu fabl gibi türlerde de olduğu gibi alınacak ders neyse onu söyleyerek biterdi. Halen de öyle... Ama şimdi okur biz salak değiliz diyerek verilen derslerin gözüne sokulmasını istemiyor. Düşünceler önce duygular olarak bizde iz bırakmalıdır. O izi edebiyatla bırakabiliriz.

Evin Okçuoğlu

Çocuk Edebiyatı

 

Çocuk Edebiyatı


Evin Okçuoğlu

 

Edebiyatı, şiir, öykü, roman  türleri olarak ayırmanın ötesinde bir de yaşlara göre ayırmak ve çocuk edebiyatı demek,  çocuğun emek dünyasında yer almaya başlamasıyla olmuş. Acımasız kapitalizm, çocuğun  da üretim süreçlerinde yer almasıyla bir anlamda “ayrı” bir okuma süreci gereksinimiyle dayatmış bu türü… Çocuk emeğin bir parçası olarak fark edilmiş. Ama ilk ürünler çocuklar için yazılmamış yine de… Okuru çocuk yaştakilerden oluşmuş diye sonradan çocuk edebiyatı ürünü olarak tanımlanmış bu eserler…

Günümüzde başlıca yayınevleri çocuklar için eserleri basarken, editörlerini pedagoglardan seçmeye özen gösteriyorlar. Bence çocuklara yazanların, yetişkin olmalarına karşın, empati gücü yüksek kişiler olmaları gerekli. Çocuğun hayatına dokunmakla kalmayıp, onun yaratıcılığını ve hayal gücünü geliştirici olmak da önemli…  Bunu şaşırtma yoluyla yapabilir çocuk edebiyatı yazarları…  Kendi hayal gücü sınırlarında dolaşırken çocuksulaşarak…

Okulların didaktik yanı her zaman olumsuz etkilemiştir çocuk yazınını… Yazar, kalıpları zorlamak yerine kalıplar gereği yazmışsa, belki de ezberlenecek bir sürü dizenin soğuk rüzgarı olmaktan öteye geçememiştir yazdıkları. Çocukların teknoloji gereği renkli ve hızla akan görsel dünyalarına bir hız kesmeyle girmek ve alınacak başka tatların da olduğunu hatırlatmak işini ne derece başardığımızı denetlemek de zor.

Çocuk okurun eleştirmen olarak yazara geri bildirimde bulunması yolları neredeyse kapalı.

Çocukların gelişimlerindeki farklılıklar da yazılanları belli bir yaş gurubuyla kesin olarak sınırlamayı güçleştiriyor. Çok okuyan ile az okuyan çocuk, kültürel birikimleri farklı olma nedeniyle yaşına karşın yaşından büyükler için olan ürünleri okuyabilen çocuk, ne okusam konusunda yol gösterirken zorluklar oluşturuyor. Bu durumda sınıf öğretmenleri ile anne babalara düşen görev artmakta…

İnsan, kitabevinde kendi okuyacağı kitabı kendi seçebilecek çocuklar özlüyor. Onların seçerken aradıkları özelliklerin; kitabın kalın olması, resimli olması, göz alıcı olması, “macera” konulu olması süreçlerini çabuk geçmesini bilinçli okur çocuk olmaya evrilmelerini diliyorum. Yazarlarımızın da çocuklara yazmak konusunda daha ayrıntılı düşünmeleri, gözlemlemeleri, çocuk dünyasıyla kendi dünyaları arasında kurdukları köprüde söyleyecek sözlerini yazınsal özenle birleştirmelerini umuyorum.

Her Masalın Başı

 

Masal yazmadan önce araştırma gerek. Geçmişte bu konuda yapılanları bilerek yola çıkmak gerek. İşte yazdığım masaldan önce bir kısa alıntı ile masal ustalarımızdan Eflatun Cem Güney’den bir alıntı:

 

Her Masalın Başı

Eflatun Cem Güney

 

Bizim de bir masal dünyamız var; uçsuz bucaksız bir dünya bu! Kel Oğlan’ı da içine alır, Köroğlu’nu da; peri kızını da içine alır, dev anasını da; seni de içine alır, beni de; gene de bir fındık kabuğuna sığar, yedi dünyaya sığmaz. Hani, şu masal dünyasını bir dönüp dolanayım diye, demir çarık, demir asâ yola düşseniz; dere tepe düz, altı ayla bir güz gitseniz, bir arpa boyu yol gidersiniz ancak! İyisi mi, gelin derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçerek; lâle, sümbül derleyip, soğuk sular içerek; daha da yorulsanız Hızır’ın atına binerek bir tandır başına götüreyim sizi. Vay ne masallar, ne masallar var orada; makas kesmedik, iğne batmadık masallar! Oturup bunları dinlemekle kalkıp şu dünyayı dolaşmak bir bence… Öyle ya, masal deyip geçmeyin; kökleri vardır geçmişte, dayanır durur dağ gibi… Dalları var üstümüzde; yeşerir gider bağ gibi… Ama anlatılacağı bir anlatılırsa… Zira asıl tadı anlatılışındadır bunların; hele masal ustalarından dinlenirse tadına doyum olmaz doğrusu. Ha, işte bu niyetle sizi bir tandır başına götüreyim dedim ama, bir yer bulabilirsek ne mutlu! Çünkü Allah’ın kışı, tandırın başı olur da kim gelmez. Çağrılan da gelir, çağrılmayan da; haylanan da gelir, huylanan da; ahlanan da gelir, ohlanan da, Kambur Ese de gelir, Sarı Köse de; hâsılı, seyrek basandan sık dokuyana, bir taşla iki kuş vurandan, her yumurtaya bir kulp takana kadar kim var, kim yok, sırtı bütün, karnı tok… cümlesi gelir toplanır ama, masalcıbaşıyı masala başlatmak kolay mı? mübarek, kendini naza çektikçe çeker; onu söyletmek için her biri bir dereden su getirmeye başlar. Kimi yukarıdan atıp aşağıdan tutar, kimi ağzını yumar dilini yutar; kimi ince eğirip sık dokur, kimi süt dökmüş kedi gibi oturur; kimi akıntıya kürek çeker, kiminin kırdığı ceviz kırkı geçer; daha daha bir yığın maval, martaval derken masalcımızın çenesi açılır, gayri öyle bir dizip koşar ki, ağzından bal akar, dili de kaymak çalar balın üstüne!

İmdi; kalem benim, söz onun; nokta benim, harf onun; okuyun okuyabildiğiniz kadar. Okudukça gönlünüz gül olup açacak; diliniz de bülbül olup şakıyacak…

 

(Masallar, Eflatun Cem Güney Kültür Bakanlığı Yayınları, Çocuk Edebiyatı Dizisi /43, 1992 sf: IX)